09 June 2014, 13:18 | Mesaj No:11 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Ynt: Tarihimize Şan Verenler.
ŞEHZADE SÜLEYMAN Mevlid şairi Süleyman Çelebi'nin dedesi ve Orhan Gazi'nin kayınbiraderi Şeyh Mahmud'un: "Keramet gösterip halka suya seccade salmışsın Yakasın Rumeli'nin dest-i takva île almışsın." dediği, Orhan Gazi'nin büyük oğlu Süleyman Şah, Rumeli fâtihi olarak tarihlere geçmiştir. 1316'da doğan bu şehzade'nin ömrü; 1359'da bir av esnasında attan düşerek vefatına kadar, gaza meydanlarında, fetihten fetihe koşmakla geçmiştir.... 1331'de babası Orhan Gazi'ye vezir olan Şehzade Süleyman, idarî işlerden ziyade askerî işlerle vazifelendirilmiştir. Zaten fıtrat icabı cihangir ruhlu olan Şehzade Süleyman, maiyyetindeki kahramanlarla zaferden zafere at koşturmuş ve filiz halindeki devletin sınırlarını ikinci bir kıtaya, Avrupa'ya taşırmıştır... Osman Gazi'nin temelini attığı devletin sınırları gittikçe genişlemekteydi. Ve fetihlerin hedefi Anadolu'daki Bizans topraklarıydı... İznik ve İzmit'in fethinden sonra Osmanlı Süvarileri, İstanbul Boğazı'nın Asya taraflarında at koşturmaya başlamışlardı. Devletin bekası ve ihtişamının ziyadesi için mutlaka Rumeli tarafları ele geçirilmeliydi... Bizanslılar arasındaki taht kavgası Rumeli fethine imkan hazırladı... Kızı Teodora'yı Orhan Gazi'ye veren Bizans kralı VI.Yoannis Kantakuzinos'la V.Yoannis Paleoloğos arasındaki kavgada, Kontakuzinos'un yardım istemesi üzerine orhan Gazi, Süleyman Paşa kumandasında asker göndererek kayınpederinin imdadına koşmuştu. Süleyman Paşa 1349'da yirmi bin kişilik bir kuvvetle Bizanslıların düşmanı Sırpların eline düşmek üzere olan Selanik'in imdadına yetişti ve Sırpları perişan ederek Selanik'i kurtardı. Yine Şehzade Süleyman, Rumeli topraklarında at koşturmaya devam ederek, 1352'de Dimetoka meydan muharebesinde Sırp ve Bulgar ordusunu perişan etmiştir. Rumeli topraklarındaki bu akınlarla, fethe zemin hazırlanıyordu. Zaten bu topraklarda yaşayan yerli ahâli Osmanlı idaresini hasretle bekler olmuşlardı. Çünkü Onlar, yıllardan beri köhne Bizans idaresinin zulmü altında inlemekteydi. Halk idareden memnun değildi. Saltanat çekişmeleri yanı sıra Katolik ülkelerinin saldırılarında da bıkmışlardı. Şehzade Süleyman, maiyyetindeki mahir kumandanlar; Kardeşi Murad Bey, Hacı İlbeyi, Lala Şahin Paşa, Evranos Gazi, Gazi Fazıl Bey ve Ece Yakup Beylerle her seferden zaferle dönmekteydi. Rumeli'deki ahâli bu seferler esnasında Osmanlıları yakından tanımak imkanını bulmuştu. Süleyman Paşa, 1354 başlarında Rumeli'yi tamamen bir İslam Beldesi yapmaya karar vermişti. Hazırlıkları tamamladıktan sonra, 1354 Şubat'ında Edincik'te bulunan donanmayla hareket etti ve üç bin kişilik bir kuvvetle Gelibolu'nun kuzeyinde bulunan Kozludere'ye çıkü. Daha sonra, bir yıl önce Çimpe hisarına yerleşmiş bulunan askerleriyle birlikte Gelibolu üzerine yürüdü ve 2 Mart 1354'te Gelibolu kalesini fethetti. Gelibolu kalesinin fethini diğer fetihler takip etmiştir. Öyle ki 1356'da Gelibolu yarımadası'nın tamamı fethedilmiştir. Daha sonra marşlarda; destanlara izafeten Rumeli'nin fethi şu şekilde işlenmiştir: "Şehzade Sultan Süleyman hem vezir, hem şahımız; Geçtiler Rumeli'ye sal ile arttı şanımız." Birkaç yıl içerisinde Gelibolu yarımadasında ve Trakya'da büyük topraklar, Osmanlı Devleti Sınırlarına dahil edilmiştir. Şehzade Süleyman, Gelibolu'nun yanısıra; Bolayır, Ece-Ova, Konur-Hisar, Tekirdağ, İpsala, Malkara, Hayrebolu ve Keşan'ı da fethetmiştir. Şehzade Süleyman fethedilen toprakların ebediyyen birer İslam beldesi olması için gerekli tedbirleri derhal almış ve Anadolu'dan getirttiği Müslüman ahaliyi fethettikleri yerlere yerleştirmiştir... Rumeli'nin fethedilişiyle Osmanlı Tarihinde yeni bir devre başlamıştır. Artık İslam askerleri, Asya'nın yanısıra Avrupa kıtasında da at koşturmaya başlamıştır. Rumeli'nin fethi yalnız Osmanlı tarihinde değil, Bizans tarihinde de bir dönüm noktasıdır. Etrafı Osmanlılarla çevrilmiş Bizans, günbegün çöküşünü seyretmekten başka birşey yapamaz hale gelmiştir. Şanlı devlete Rumeli topraklarını armağan eden Şehzade Süleyman, 1359'da 43 yaşında iken vefat etmiş ve fethettiği Bolayır'a defnedilmiştir... Fethedilen toprakların manevî bekçilerinden birisi olarak asırlar boyu türbesi ziyaret edilegelmiştir. İsmi, tarihlerde ve marşlarda devamlı anılmıştır. Rumeli fethine atfen: "Dört yüz arslandan bu vatan kaldı bize yadigâr Terk edersek lanet etmez mi bize Perverdigâr" marşı günümüze dek söylenegelmiştir.
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
09 June 2014, 13:19 | Mesaj No:12 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Ynt: Tarihimize Şan Verenler.
Balkanlar Fâtihi
SULTAN MURAD HÜDÂVENDİGÂR Orhan Gazi zaferlerle dolu ömrünü ikmal edip beka âlemine göçünce, fetih sancağını oğlu Murad Hüdâvendigâr devir almıştı. Sultan Murad, atasından devraldığı mirasa layık olduğunu göstermiş, Anadolu ve Balkanlardaki fetihleriyle Osmanlı Devletini muhteşem bir imparatorluk haline getirmiştir. 27 yıllık saltanatı müddetince 37 muharebeye iştirak etmiş ve maharetle idare ettiği bu muharebelerin hepsini kazanmıştır. Balkanlar fâtihi olarak tarihe geçen Sultan Murad Hüdâvendigâr 1326'da doğmuştur. Annesi Nilüfer Hatun'dur. Mükemmel bir tahsil gören Şehzade Murad, küçük yaşından itibaren babası Orhan Gazi ile birlikte savaşlara katılmıştır. Kardeşi Şehzade Süleyman'la birlikte Rumeli fütuhatında bulunmuş, kardeşinin vefatı üzerine fetih harekâtını kendisi idare ederek büyük başarılar kazanmıştır. Orhan Gazi'nin 1362'de vefatı üzerine, Devlet ricali tarafından Bursa'ya davet edilmiş ve hükümdar ilan olunmuştur. Bursa'ya giden Murad Gazi'nin Rümelinden ayrılmasını fırsat bilen Bizans kuvvetleri Burgaz, Çorlu ve Malkara'yı ele geçirmiş, Ahiler de ayaklanarak Ankara'yı geri almışlardı. Murad Hüdâvendigâr ilk olarak Devlet idaresini düzene koydu. Ankara'yı tekrar ele geçirdi. İsyan eden kardeşleri Şehzade Halil ile İbrahim'i bertaraf etti. Anadoluda hakimiyyeti tesis ettikten sora yeniden Rumeline geçerek fetih harekâtına başladı. Bizanslıların eline geçmiş olan yerleri geri aldı. Çorlu ve Lüleburgaz'ı 1363'te zaptederek buraya Anadolu'dan göçmenler getirterek yerleştirdi. Bu suretle ele geçirdiği her yerde sağlam temeller atıyor ve oraya kök salıyordu. Bu esnada Evranos; Malkara, Keşan ve İpsala'yı, Hacı İlbeyi ise Dedeağacı ve Dimetoka'yı fethetmişti. Daha sonra Edirne'nin fethi kararlaştırıldı. Babaeski ile Pınar Hisar arasındaki Sazlıdere'de Rum ve Bulgar askerlerinden oluşan düşman ordusu perişan edildikten sonra Edirne fazla karşı koyamadı ve teslim oldu. Edirne'nin fethinden sonra fetih hareketleri süratle devam etti. Beylerbeyi Lala Şahin Paşa Filibeyi; Batı Trakya taraflarının fethine memur edilen Evrenos Bey de 1364'te Gümülcine'yi fethetti. Osmanlı Devletinin Balkanlardaki muazzam fetihlerinden telaşa kapılan haçlı dünyası bir ordu teşkil ederek, Edirne'ye doğru yola çıktı. Yüzbin kişilik bu haçlı ordusunu Sırp-Sındığı mevkiinde yakalayan Hacı-İlbeyi on bin kişilik kuvvetiyle üç koldan baskın yaptı ve haçlı ordusunu tamamen imha etti. 1367'de Kara Timurtaş Bey Bulgarlara ait, Kızılağaç ve Yanbolu'yu, Lala Şahin Paşa, Samakov'u, Sultan Murad da, Bulgarların elindeki, Aydos, Karnâbâd, Sözebolu kasabaları ile Bizanslılara ait Hayrebolu şehrini fethetti. 1371'de Çirmen zaferi kazanıldı. Böylce Mekadonya yolları da açılmış oldu. Makedonya ve Trakya'nın bir kısmı fethedildi. Vezir Hayreddin Paşa Kavala, Drama, Zihne ve Serez'i fethetti. 1372'ye doğru Trakya fütuhatı tamamlanmıştı. Bulgaristan krallığı da Osmanlı Devletine bağlanmak mecburiyyetinde kalmıştı. Bu suretle, on yılda Gelibolu'dan Sırbistan'a gelinmiş ve Adriyatik'e kadar nüfuz ve tesir sahası oluşturulmuştur. 1376'da Bursa'ya giden Sultan Murad, Anadolu Beylikleriyle temaslarda bulunarak devletin nüfuzunu arttırmak için teşebbüslerde bulunmuştur. Bu maksatla oğlu Yıldırım Bayezid'e Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızını aldı. Germiyanoğlu kızına çeyiz olarak Kütahya ve mülkiyatını, Simav, Eğrigöz ve Tavşanlı ile mülkiyatım verdi. Bu suretle Osmanlı Devleü Anadolu içlerinde yeni topraklar kazandı. Sultan Murad Anadoludaki temaslarını tamamladıktan sonra tekrar Balkanlara yöneldi. Mükemmel hazırlanmış plan gereğince kararlaştırılan yerler birer birer fethedildi. 1380'de İştip, 1382'de Sofya, 1385'te Manastır ve Ohri fethedildi. Vezir-i Azam Çandarlı Halil Hayreddin Paşa 1385/1386'da Arnavutluk üzerine sefere çıktı. II.Balşa'mn kumandasındaki Arnavutluk ordusunu yenilgiye uğrattı. 1386'da, Akçahisar, İşkodra başta olmak üzere bütün Kuzey Arnavutluk fethedildi. Sultan Murad merkezden uzak yerde ordunun Venediklilerle harbe girmesini istemediğinden İşkodra Venediklilere geri verildi. Sultan Murad 1388'de Bulgaristan üzerine sefere çıktı ve Bulgaristan'ın büyük kısmını fethetti. Bütün bu fetihler neticesinde bütün Balkanlar Osmanlı nüfuzuna girmişti. Sultan Murad Batıda fetihlerle meşgulken fırsatı ganimet bilen Karamanoğlu Alâeddin Bey, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlere başlamıştı. Bunun üzerine Sultan Murad Anadoluya döndü ve süratle Karamanoğlu üzerine yürüdü. 1386'da Konya yakınlarında Karaman kuvvetlerini perişan etti. Bunun üzerine Karaman Beyi, zevcesi Sultan Murad'ın kızı Melek Hatun'u ricacı göndererek affını istedi ve Sultan Murad'm elini öperek özür diledi. Böylece Anadoludaki huzursuzluk da bertaraf edilmiş oldu. Avrupa'daki Osmanlı fütuhatından dehşete kapılan haçlı dünyası bir araya gelmeye karar vermiş ve bu maksatla bir haçlı ordusu teşkil etmişlerdi. Macaristan, Lehistan, Sırbistan, Bosna Krallığı, Eflak, Boğdan, Hırvatistan, Bohemya ve Bulgaristan Krallığından müteşekkil bu büyük ordu ilerlerken, Sultan Murad da beylere ve kumandanlarına haber salarak ordusunu topladı. İki ordu Kosova'da karşı karşıya geldi. Sultan Murad, savaştan bir gün önce yatsı namazını kıldıktan sonra Dergâh-ı İlâhiye el açarak şöyle dua etti: "Ya Rabbi! Sen ol padişahlar padişahısın ki yeryüzündeki insanların sığınağısın ve bütün kulların ümit kapışısın. İslâm sancağını düşman elinde parçalatma ve bu zayıf, kuvvetsiz kulunu cihan içinde adı kötüye çıkmış bir insan etme..." Şanlı padişah'ın dudaklarından daha sonra şu mısra'lar dökülmüştür: "Âb-i rûyi Habib-i Ekrem için, Kerbelâ'da revan olan dem için, Ehl-i İslama ol muin-u zahir, Dest-i a'dâyi bizden eyle kasîr. Bakma ya Rab, bizim günahımıza, Nazar et can-u dilden âhımıza. Mülk-i İslâmı payimal etme, Menzil-i fırka-i dalâl etme. Din yolunda beni şehîd eyle, Âhirette beni saîd eyle.. Keremin çoktur ehl-i İslama Dilerim kim irişe itmama..." Bu muharebe neticesinde Balkanların hâkimiyeti ya Osmanlılarda kalacak veya Haçlıların eline geçecekti. Mağlubiyet halinde Osmanlı Devletinin Anadoludaki durumu da tehlikeye düşecekti. 20 Haziran 1389'de Kosova ovasında başlayan muharebe 8 saat bütün şiddetiyle devam etti. Osmanlı ordusu bütün kanatlarda Haçlı ordusunu darmadağın etmiş, çembere aldığı düşman ordusunu imha harekâtına başlamıştı. Bu savaş hengâmesinde Sultan Murad'a yaklaşan Miloş isimli bir Sırplı aniden kolundan çıkardığı hançeri Sultan Murad'ın kalbine saplamıştı. Sultan Murad, Allah'ın rızasını kazanmak için kendini kurban adamış ve bir gün önceki duasında da bunu taleb etmişti. Muharebenin zaferle neticelendiğini görmüş, fakat kendisi şehid düşmüştü. Sultan Murad'ın şehid olması üzerine Yıldırım Beyazıd çağrılarak padişah ilan edildi. Şehit padişahın cenazesinin çürümeden Bursa'ya getirilebilmesi için iç organlarının çıkarılması gerekiyordu. 20 Haziran 1389'da şehadet şerbetini içen Gazi Hünkârın iç organları Kosova Sahrasına gömüldü. Bugün de "Meşhed-i Hüdâvendigâr" diye bilinen bu mekan ziyaretçilerle dolup taşmaktadır. Padişahın cenazesi Bursa'ya nakledilerek Çekirge'deki türbesine defnedildi. Sultan Hüdâvendigârın şehâdeti bütün İslâm âleminde üzüntüyle karşılandı. Çünkü şehid padişah, ömrü boyunca İslâmiyeti fethettiği beldelerde hâkim kılmak için çalışmıştı. İslâm âleminin meseleleriyle yakından ilgilenmiş ve onlarla sıkı dostluk kurmuştu. Saltanatı müddetince zaferden zafere koşan Sultan Murad devletin hudutlarını Anadolu'da ve Rumeli'de çok genişletmiş ve babasından bir beylik halinde aldığı ülkeyi imparatorluk halinde oğullarına bırakmıştır. Adliye, maliye ve orduya ehemmiyet vererek, devrin en mükemmel teşkilatını kurmuştur. Sultan Murad azim ve irade sahibi, vakur, cesur, müşfik, açık sözlü mizacıyla herkes tarafından sevilirdi. En tehlikeli anlarda bile, soğukkanlılığını muhafaza ederek, ne suretle hareket edilmesi icap ettiğini bilirdi. Bütün işleri devlet ricaliyle danıştıktan sonra karara bağlardı. Herhangi mühim bir işte, ileri sürdüğü fikre karşı yapılan itirazları dinler ve münasip olanı tatbik ederdi. Neşri, eserinde bu şanlı padişah hakkında şunları söylemektedir: "Gazi Murad Han dahi atası gibi sâhib-i hayr idi, âdil ve kâmil, din-Perver, âlî himmet, fakir-dost, düşkünlere yardımcı, rey ve tedbir sahibi, pehlivan idi. Bütün ömrünü gazaya sarfetmiştir. Nesl-i Osmanîde bu etdüğü gazayı hiçbir padişah etmedi şol kadar himmet ve sahâ-i nefsi var idi ki, hiç bir ahad kapısına gelip, mahrum gitmez idi. Fethedilen beldelerdeki ahaliye mülâyemetle (yumuşaklıkla) hareket ederek etrafındaki tesiri, muhabbete tebdil etti ve bunun neticesinde zaptedilen yerlerdeki halk, kendisine bağlılık göstererek, imparatorun idaresini aramaz oldu."
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
09 June 2014, 13:19 | Mesaj No:13 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Ynt: Tarihimize Şan Verenler.
Sırpsındığı Zaferi'ni kazanan kumandan
HACI İLBEYİ Sayıları 60 bin ile yüz bin arasında olduğu tahmin edilen büyük Haçlı ordusu Edirne'nin kuzeydoğusundan Meriç kenarındaki Sırpsındığı mevkiine gelmişti. Buradan Edirne üzerine yürüyüp Edirne'yi alacak, daha sonra Müslümanları Anadolu'dan çıkaracaklardı. Hayalleri buydu. Ve gördükleri kadarıyla önlerinde bir engel de yoktu. Çünkü yüreklerine korku salan şanlı bir devletin padişahı Sultan I.Murad büyük ordusuyla birlikte Bursa'da idi. Rümelinde bulunan Lala Şahin Paşa'nın kuvvetleri de sınırlıydı. İşte bütün bunları hesap ederek büyük bir sevinçle içip eğlenmeye koyulmuşlardı. Onların bu durumunu yakından takip eden Osmanlı Devletinin gazalarda pişmiş şanlı bir kumandanı vardı; Hacı İlbeyi. Keşifte bulunmak üzere on bin gazi dervişiyle yola çıkmış ve düşmanın konakladığı yere yakın ormanlıkta askerlerini mevzilemişti. Düşman sarhoş olmuştu. Hepsi kendilerinden geçmişti. Bu durumu gören Hacı İlbeyi kendilerinden on misli kalabalık düşmana hücum ederek imha etmeyi planlamış ve bu planını askerlerine şöyle açıklamıştı: "Arkadaşlar, düşmanımız savaşa değil, düğüne gider gibi gelmekte. Geceleri şarap içip sarhoş olmaktalar. Bunlar ordu değil, bir yığın sarhoş sürüşüdür. Bir sürü koyun, bir kurt'a birşey yapamaz ama bir kurt bir sürü koyunu parça parça eder. Hele bu sürüye saldıracak olanlar sizin gibi aslan yürekli bir alay şahbaz yiğit olursa, düşman, güneş karşısında kalmış kar gibi erir, dayanamaz. Gece yarısından sonra düşmana üç koldan, dağılmadan ve topluca saldıracağız. Bir vurup kenara çekileceğiz. Düşman bocalayacak ve şaşıracaktır. Sonra tekrar saldıracağız. Allah bizimle beraberdir. Biz buralara kadar Allah'ın ismini yükseltmek ve İslâmı yaymak için geldik. Düşmanın çokluğuna bakmayınız. Ecdadımız Alparslan koca bir orduyu mağlup etti. Krallarını da esir aldı. Ben, güneş zulmeti boğar, dünyayı nura gark ederken, Balkan dağlarının ufkunda zaferin kucak açıp bizi beklediğine inanıyorum." Bu konuşmadan sonra Hacı İlbeyi Mehteran'ın ceng havası çalmasını emretmiş ve yeri göğü inleten ceng havalan çalınmaya başlar başlamaz, "Bismillah, hücum!" diyerek askerlerini üç koldan hücuma geçirmişti. Sarhoş ve uyku sersemliğinde iken aniden hücuma uğrayınca neye uğradığını şaşıran düşman askerleri paniğe kapılmış ve telaştan birbirlerini kırmaya başlamışlardı. Onlar Sultan Murad'ın ordusuyla gelip hücuma geçtiğini zannetmişlerdi. On bin gazi dervişin kılıçlan yıldırım gibi işlemekteydi. Haçlı ordusunun büyük bir kısmı kısa bir zamanda imha edilmiş, kalanları ise can havliyle kaçışmaya başlamıştı. Macaristan kralı I.Layoş da kaçanlar arasındaydı. 1364'te kazanılan bu zafer Anadoluda büyük sevinçle karşılandı. İşte Sırpsındığı'nda Haçlı Ordusunu imha eden bu namlı kumandan Osmanlı devletinin Rumelindeki fetihlerinde büyük payı bulunan Hacı İlbeyi'dir. 1305 yılında Balıkesir'de dünyaya gelen Hacı İlbeyi'nin babası Karasi Beylerindendi. Kendisi de Karasi Beyi Dursun Beyin emirlerinden birisiydi. Hac vazifesini ifa ettikten sonra "Hacı İlbeyi" diye anılır olmuştu. Orhan Gazi zamanında Karasi Osmanlılara geçince Hacı İlbeyi de Karasi Beyi tayin edilen Şehzade Süleyman'ın maiyetine girmişti. Süleyman Şah ve Evranos Gazi ile birlikte Rumeli fütuhatına katılan Hacı İlbeyi, Sultan I.Murad Hüdavendigâr tahta çıkınca Rumeli kumandanı olmuştu. Gözüpek ve mahir bir kumandan olan Hacı İlbeyi maiyetindeki gönüllü askerlerle fetihten fetihe koşmaya başlamıştı. Sırasıyla, Dimetoka, İskeçe, Kavala, Dırama, Yenice, Dedeağaç ve Serez'i fethederek Osmanlı topraklarına dahil etti. Sultan Murad da fethedilen bu topraklara, Anadoludan müslüman aşiretleri gönderdi. Hacı İlbeyi Edirne'nin fethinde de bulundu ve fetihte büyük rol oynadı. Gazalarda pişmiş serdengeçtilerle sınır boylarında at koşturan Hacı İlbeyi, Kırklareli, Tekirdağ, Çorlu ve Kuleliburgaz'm Osmanlı topraklanna katılışında büyük rol oynadı. Osmanlı Devletinin Avrupa kıtasındaki büyük fetihlerinde onun kılıcının ve maharetinin payı vardır. Rumeli fâtihlerinden Hacı İlbeyi 1364'te vefat etmiştir.
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
09 June 2014, 13:20 | Mesaj No:14 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Ynt: Tarihimize Şan Verenler.
17 Devlete Baş Eğdiren Büyük İslâm Kahramanı
FATİH SULTAN MEHMED HAN "İmtisal-i câhidû-fillah oluptur niyyetim. Dîn-i İslâmın mücerred gayretidir gayretim" diyen Fatih, ömrünü bu gaye uğruna cihat etmekle geçirmiş büyük İslâm kahramanıdır. Osmanlı Devletini dünyanın en muhteşem imparatorluğu haline getiren, ortaçağı kapatıp Yeniçağı başlatan, Bizans'ın paslı kilidini kırarak güzel belde İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmed Han; sadece askerî sahada değil, ilim, irfan, medeniyet ve adalet sahalarında da dünyaya örnek olacak müşahhas örnekler sergilemiş ve İslama hakkıyle bağlılığın bütün ilerlemenin ana kaynağı olduğunu fiilen ispatlamış bir devlet büyüğüdür. 49 senelik ömrünü; ilim tahsil etmekle, devleti her cihetten mamur hale getirmek için çalışmalar yapmakla, İ'la'yi kelimetullah için cihad etmekle geçiren Fatih Sultan Mehmed Han'ın hayatından günümüz gençliğinin ve istikbaldeki nesillerin çıkaracakları çok dersler vardır. Fatih 21 yaşında İstanbul'u fethetmekle gençliğe en güzel örnek olmuştur. Nasıl yetişti? Fatih, 29/30 Mart 1432'de Edirne Sarayında dünyaya gelmiştir. Babası, Sultan II.Murad, annesi Hüma Hatun'dur. Küçük yaşlarından itibaren çok sıkı bir eğitime tabi tutulan Sultan Mehmed, devrin meşhur âlimlerinden ders almıştır. Molla Yegan ve Akşemseddin hocaları arasındadır. Henüz altı-yedi yaşlarındayken Manisa'ya vali tayin edilen Şehzade Mehmed burada da tahsiline devam etmiştir. Sultan Murad ele avuca sığmayan şehzadenin yetişmesi için Molla Gürani'yi hoca tayin etmiştir. Şehzade Mehmed'in cevval mizacı, Molla Gürani'nin ilmî haşmeti ve zaman zaman da tattığı sopası karşısında, yumuşamış ve hocasının önünde diz çökerek büyük bir heyecanla ilim tahsiline koyulmuştur. Fatihteki bu ilim aşkı hayatınn sonuna kadar devam edecek ve devrin âlimleri arasında zikredilecektir. Arapça, Farsça, Yunanca, Latince, Sırpça, İtalyanca ve İbranice bilen Fatih, kelam, hadis, fıkıh, tefsir gibi dinî ilimlerde de mükemmel malumatlar elde etmiş, ayrıca; tarih, edebiyat, coğrafya, matematik, geometri ve astronomi gibi ilimlerde de devrin âlimleriyle tartışıp onları yenecek kadar malumat sahibi olmuştur. Çok küçük yaştan itibaren ata binmeyi, ok atmayı, kılıç kullanmayı öğrenen Fatih, bu mahâretleriyle harp meydanında küffarı perişan ederken diğer taraftan, mahir bir edib (edebiyatçı) ve san'atkar olduğunu gösteren şiirler yazmıştır. Avnî mahlasıyla yazdığı ve ilk beytini baş tarafa aldığımız şu şiirinde aynı zamanda hayatının gayesini ve hedefini ortaya koymaktadır. Şöyle demektedir Fatih: Fazl-ı Hakk-ı himmet-i cünd-ü Ricalullah ile Ehl-i küfrü ser-tâ ser kahreylemektir niyyetim. Enbiya ü evliyaya istinadım var benim, Lütf-i Hak'dandır hemen ümîd-ifeth ü nusretim. Nefs ü mal n'ola kılsan cihanda içtihad Hamd-ü lillâh var gazaya şad hezârân rağbetim. Eyfahr-ı âlem Muhammed mûcizât-ı Ahmed-i Muhtar ile Umarım galib ola a'da-yı dine devletim. Bu şuurla gayret gösteren Fatih'in devleti din düşmanlarına galib gelmiştir.... Oğlu Şehzade Mehmed'in mükemmel bir şekilde yetiştiğini gören Sultan Murad 1444'te tahttan vazgeçerek oğlunu tahta geçirmiştir. Osmanlı tahtına çocuk yaşta bir padişah'ın geçtiğini gören Avrupa ülkeleri bu durumu fırsat bilerek yeni bir haçlı seferi düzenlemeye girişip, büyük bir haçlı ordusu hazırlarlar. Fakat tahtta oturan geleceğin ülkeler fâtihidir. Haçlı ordusuna karşı çıkacak Osmanlı ordusuna, orduyu yakından tanıyan, tecrübeli, maharetli birisinin kumandan olmasının lüzumunu görmüş ve derhal babasına bir mektup yazarak ordunun başına geçmesini istemiştir. Fatih'in davetinde şu veciz ifadeler yer almıştır: "Eğer padişah siz iseniz, kâfirlerin hücumunu defetmek, devletinizi müdafaa etmek için gelmek vaciptir. Ve eğer biz padişah isek, size emrediyoruz, gelip ordumuzun başına geçin ve emrimize itaat etmek de sizlere vaciptir." Bu davetten sonra ordunun başına geçen Sultan Murad, Varna savaşında maharetini ortaya koymuş ve çetin bir muharebe neticesinde haçlı ordusunu perişan etmiştir. Savaşa başkumandan olarak iştirak eden Sultan Murad daha sonra askerin ve kumandanların ısrarı üzerine tahta geçmişti. Fetih yolunda... Fatih, babası sultan Murad'ın 3 Şubat 1451'de vefatı üzerine 6 Şubat 1451'de ikinci defa tahta çıkmıştır. Genç Sultan'ın en büyük ideâli, İstanbul'u fethederek Kâinatın Efendisi'nin (a.s.m.) müjdesine mazhar olmaktır. Tahta geçişinin hemen akabinde bu gayenin gerçekleşmesi için faaliyete geçmiştir. Edirne'de dünyanın o zamanın ölçülerine göre en büyük toplannı döktüren Fatih, büyük fetih hazırlığını süratle ikmal ettirmiştir. İlk defa havan topunu icat etmiş ve bu icadını fetih harekâtında uygulayarak icadının mükemmelliğini isbat etmiştir. 23 Mart 1453'te Edirne'den hareket eden fetih ordusu 5 Nisan'da İstanbul önlerine gelerek derhal şehri muhasara etmiştir. 29 Mayıs 1453'te fetihle neticelenecek muhasara boyunca ordu çeşitli kereler hücumlar yapmış ve bu cennet belde için yüzlerce şehid verilmiştir. Fatih, şehrin denizden muhasarasını mümkün kılmak için dâhice bir planla, yaklaşık yetmiş gemiyi kızaklarla karadan yürüterek Haliç'e indirtmiştir. 21/22 Nisan 1453'te Kabataş veya Tophane'den kızaklar üzerinde kaydırılarak Kasımpaşa'ya indirilen gemiler Bizanslıları hayretler içerisinde bırakmış, morallerini bozmuştur. Çünkü onlar böyle bir teşebbüsü akıllarının ucundan bile geçirmemişler, Haliç'in ağzına gerdikleri zinciri hiçbir donanmanın aşamayacağı ümidiyle deniz tarafından emin olmuşlardır. Dört ay gibi kısa bir zamanda Rumelihisar'ını (Boğazkesen hisarı) inşa ettiren Fatih, bu suretle, Karadenizden Bizanslılara gelecek yardım yolunu da kapatmıştır. Nihayet 29 Mayıs 1453'te büyük fetih gerçekleşmiş, Fatih şehre girerek Ayasofya önünde şükür secdesine kapanıp, Cenab-ı Hak'ka hamdetmiştir. Haçlı dünyasının sembolü hüviyetindeki Ayasofya'yı camiye tahvil ettirmiş ve ilk Cuma namazını Ayasofya'da kılmıştır. Fatih İstanbul gibi dünyanın merkezindeki bir şehri ele geçirerek Ortaçağı kapatmış, Yeniçağı başlatmıştır. 17 devleti tarihten sildi Şanlı cihangirin fetihleri ölünceye kadar devam etmiştir. Ordusunun başında 25 büyük sefere çıkarak, 17 devleti haritadan silmiş, bu devletin topraklarını Osmanlı mülküne dahil etmiştir. Fatih'in Bizans İmparatorluğuyla birlikte tarihten sildiği 17 devlet sırasıyla şunlardır: Bizans İmparatorluğu (1453), Enez Ceneviz Dükalığı (1456), Atina İtalyan Dükalığı (1458), Sırbistan Krallığı (1459), Mora Despotluğu (1460), Trabzon Rum İmparatorluğu (1461), Candaroğullan Beyliği (1461-1462), Eflak Prensliği (1462), Midilli Ceneviz Dükalığı (1462), Bosna Krallığı (1463), Karaman Devleti (1466), Âlâiyye Beyliği (1471), Kırım Hanlığı (1475), Arnavutluk (1478-1479), Tuğrul Beyliği (1479), Yunan Adalarından Zanta Dükalığı (1479), Hersek Dükalığı (1480) Bütün bu fütuhatıyla Fatih, bütün Balkan yarımadasını Osmanlı topraklarına katmış, Çanakkale ve İstanbul boğazlarını kontrol altına alarak boğazlarda hakimiyet kurmuştur. Osmanlı Devletinin hudutlarını üç kıtaya yaymış ve Devleti dünyanın en büyük devleti yapmıştır. Fatih, 1363-1473 yıllan arasında hemen hepsi gayr-i müslim olan 25 devletin hepsine karşı harbe girişmiş ve hepsinden de muzaffer çıkarak askeri dehâsını isbat etmiştir. İla-yi kelimetullah uğruna can vermeyi gaye edinen bu şanlı idareci, ilmî, askerî, siyasî, ahlakî ve kültür sahalannda güzel meziyetleri şahsında toplamış ve bu meziyetleriyle gelecek nesillere örnek olmuştur. Fatih devrinin ve Fatih'in şahsiyetinin diğer hususiyetlerine de kısaca göz atalım: • Fatih, Osmanlı deniz kuvvetini dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir. • Topçuluk ve diğer harp teçhizatı üzerinde devamlı yenilikler yapmış ve askeri sahada devleti dünyanın en ileri ülkesi yapmıştır. • Âlimlere ve san'atkârlara büyük değer vermiş ve onların rahatça çalışmaları için gerekli şartlan hazırlamıştır. Diğer İslam beldelerindeki âlimleri davet ederek onlara büyük imkânlar hazırlamıştır. Herbiri sahalarında mütahassıs âlimleri devamlı yanında bulundurmuş ve her zaman onlarla istişare etmiştir. Fatih Camiiyle birlikte inşa edilen Sahn-ı Seman gibi ilim yuvalan yaptırmıştır. "8 Fakülte"de diyebileceğimiz Sahn-ı Seman'ın biri tıbba aittir ve 70 yataklı bir de hastahanesi vardır. Fatih bütün ülkede baştan başa imar faaliyetine girmiştir. Saltanatı müddetince, 380 cami inşa ettirmesi onun imarcılığını gösteren müşahhas bir delildir. Adalet anlayışı Fatih devri, hukukta ve adalette de dünyaya örnek olacak uygulamalarla doludur. Fatih'in muhakeme edilişi o zamanki adalete müşahhas bir misaldir: Fatih Camiinin inşası esnasında koca bir mermer sütunu yanlış kesip israf ettiği, dolayısıyle devlete zarar verdirdiği gerekçesiyle Fatih tarafından eli kestirilen Rum Mimar İpsilanti Usta İstanbul Kadısı Hızır Çelebi'ye müracaat eder. Mahkeme günü kadı'nın huzuruna giren Fatih oturmak ister fakat Hızır Çelebi durmasına müsaade etmez ve davacı ile yanyana oturmasını ihtar eder. Emir, adaletin temsilcisinden gelmiştir. Uymamak mümkün mü?.. Muhakeme neticesinde Fatih suçlu bulunmuştur. Hüküm: "Kısasa kısas"... Yani, Fatih'in de eli kesilecektir. Devlet ricali araya girerek Rum ustaya ricada bulunurlar ve tazminatı kabul etmesini söylerler. Zaten Rum mimar da padişah'ın elinin kesilmesine razı değildir. Tazminatı kabul eder. Fatih bizzat kendi gelirinden, ustanın ailesinin ve çoluk çocuğunun ömür boyu ihtiyacını karşılayacak miktardaki tazminatı ödemeyi kabul eder ve aynca bir de ev yaptınr. Muhakeme bu şekilde neticelendikten sonra Hızır Çelebi'nin yanına giden Fatih, İstanbul Kadısı'na, "Şayet adaletten ayrılıp padişahım diye benim lehime karar verecek olsaydın, başını şu kılıcımla uçuracaktım" der. Hızır Çelebi ise Padişah'ın bu sözlerine cevaben şöyle der: "Sen de padişahım diye kararlarıma muhalefet idüp mahkemenin huzurunu bozmaya ve adaletin kudsiyetini ihlal etmiye kalksaydın (oturduğu minderin altındaki hançeri göstererek) ben de bunu senin kalbine saptayacaktım." der. İşte bu anlayış bütün bir ülkeye hâkim olmuş ve bu anlayış devam ettiği müddetçe devlet, dünyanın en büyük devleti olma vasfını korumuştur. Bütün hayati İslam için gayretle geçen Fatih gayretinin sebebini bir başka hadise vesilesiyle şöyle açıklamıştır: Fatih'le anlaşmak isteyen Uzun Hasan'ın elçi olarak gönderdiği anası, Fatih'in Trabzon seferine de katılmıştır. Sare Hatun katlanılan zorluklara dayanamayıp Fatih'e şöyle demiştir: "Oğul bir Trabzon için kendini bu kadar yormak fazla değil mi? bir kal'a bu kadar meşakkatlere değer mi?" Günlerdir at sırtında aşılmaz denilen dağları, geçitleri aşan Fatih şu cevabı vermiştir: "Ana, İslâmın kılıcı elimdedir. Eğer bu zahmet ve eziyetlere katlanmazsam gazi lakabına lâyık olamam. Bugün ve yarın Allah'ın huzuruna çıktığımda utanırım. Sonra, bizim dâvamız Trabzon'u fethetmek dâvası değildir. Allah'ın ismini yüceltmek ve ilân etmek davasıdır. Bu uğurda ne kadar zahmet ve meşakkat çeksek yine azdır." Fatih'in şahsiyyetini ve icraatlarını bu düşüncelerden ayrı olarak değerlendirmek hakikatlere uymaz. Fatih, hedefin nereye olduğunu sadece kendisinin bildiği bir sefere çıktığı esnada yolda Yahudi dönmesi bir hekimin zehirlemesiyle 3 Mayıs 1481'de Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi, Fatih camii avlusundaki türbesine defnedilmiştir. Bütün hayatını Dine, Devlete ve millete hizmetle geçiren bu büyük idarecinin hayatı, günümüzün ve geleceğin Devlet idarecileri, ilim adamları ve gençleri için alınacak derslerle doludur. Bu gibi faydalı dersler layıkiyle alındığında tarihimizin şanlı devrelerinin tekerrür etmemesi için hiçbir sebeb yoktur.
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
09 June 2014, 13:21 | Mesaj No:15 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Ynt: Tarihimize Şan Verenler.
Akınlarıyla İslam düşmanlarını perişan eden Akıncı Beyi
MÎHALOĞLU GAZİ ALAÂDDİN ALİ PASA Akıncılar İslam uğruna kelle koltukta mücadele eden yiğitlerdir. Onlar için açlık, yorgunluk yoktu. Ne kadar kalabalık olursa olsun düşman sürüleri engel teşkil etmezdi. At sırtında gece gündüz düşman illerinde yol katederlerdi. Hayatları sınır gerisindeki şehir, kasaba ve köylerinde geçerdi. Düşmanın iktisadî ve askeri küvetini perişan etmek, düşmanın yüreğine korku salmak için yapılan akınlarda kartal kanatlı sendengeçti akıncılar kasırga gibi eserlerdi. Onlar için cihad, bir şenlikti. İ'lâ-yi kelimetullah uğruna şehadet şerbetini içmek en büyük dilekleriydi. Onlar kanlarını, canlarını hak yoluna feda etmişlerdi. En büyük akınlar Fatih ve Kanuni devirlerinde yapılmıştır. Bu devirde yapılan akınları Avrupalılar hâlâ hafızalarından silememişlerdir. Akıncı beyleri içerisinde en meşhuru Mihaloğlu Alaâddin Ali Paşa'dır. Ali Paşa akıncılarıyla birlikte Tuna'yı kuzeye doğru tam 330 defa geçmiştir. 1435'te dünyaya gelen Ali Paşa, iyi bir tahsil görmüştür. Macarca ve Romence dahil birkaç Avrupa dilini mükemmel şekilde bilmekte, Türkçe kadar rahat konuşmaktadır. Fatih ve II.Bayezid devirlerinde yaptığı akınlarla devlete büyük hizmeti geçmiştir. Fatih devrinde 25 devletle birlikte tutuşulan harplerde Alaâddin Ali Paşa'nın akınları, düşmanları yıldırmış ve muharebe güçlerini büyük ölçüde kırmıştır. Fatih idaresindeki Osmanlı Devletine 25 devlet birden harp açmıştır. 1463'te başlayan savaşlar 16 sene aralıksız devam etmiş, savaşların hepsi Osmanlı devletinin zaferleriyle neticelenmiştir. Osmanlı Devletine harp açan devletler arasında, Venedik, Macaristan, Almanya, Lehistan, Arago, Kastilya, Napoli gibi harp güçleri oldukça yüksek devletler de vardı. Devletler birleşerek haçlı orduları teşkil etmişlerdi. İlk olarak Venedik 28 Temmuz 1463'te harp açmış, fakat Mihaloğlu Ali Bey ve diğer Akıncı beylerinin idaresinde Venedik'e yapılan akınlar Venedik'in iktisadî durumunu perişan etmiştir. Venedik'ten sonra Macaristan'a akınlar yapılmıştır. Bu ülkeye 1461 ve 1466'da yapılan akınları Ali Bey idare etmiştir. Alaaddin Ali Paşa 1466'daki akında, Macaristan Kralı Matthias Corvinus'un kızını esir almıştır. Bu prenses Mehtâb Hanım adını alarak müslüman olmuş ve Ali Beyle evlenmiştir. Macarların cezalandırılmasına memur edilen Ali Paşa Tuna'yı geçmiş Varadin'i almış, otuz iki bin esirle dönmüştür. Gazi Ali Paşa'nın katıldığı akınlardan bazıları şunlardır: -1470'te Karniyol, Ljubljana ve Neustatele üzerine yapılan akınlarda yirmi bin kişilik düşman ordusu dağıtılmış, sekiz bin esir alınmıştır. -1473'te Varadin şehri zaptedilmiştir. Yine aynı sene Hırvatistan baştan başa çiğnenmiştir. -1474'te yapılan akınlarda Lehistan perişan edilmiştir. -1478'de Venedik'e akın yapılmış, Friul ve Gorizia şehirleri alınmış Venedik ovası baştan başa çiğnenmiş, neticede Venedik'e baş eğdirilmiştir. -1479'da Erdel'e büyük bir akın tertip edilmiş, kırk bin akıncı ile Erdel'e girilmiştir. Akınların Başkumandanlığını Mihaloğlu Ali Paşa yapmıştır. Bu büyük akında yirmi bin akıncı şehit düşmüştür. Buna mukabil Almanya ve Macaristan'ın harp gücü mahvedilmiş, Venedik ve Macaristan Balkanlardan defedilmiştir. Alaaddin Ali Paşa Fatih'in vefatından sonra II.Bayezıd devrinde de akınlarına devam etmiştir. Ali Paşa 1507'de Hakkın rahmetine kavuşurken geride beş bahadır evlat bırakmıştır. Ali Paşa'nın evlatları; Gazi Hasan Bey, Gazi Ahmed Bey, Gazi Mehmed Bey, Gazi Hızır Bey ve Gazi Kara Mustafa Beyler Kanuni'nin saltanatının ilk yıllarında yaşamış ve hepsi de yaptıkları akınlarda şehit düşmüşlerdir. Allah rızası için canlarını feda eden şanlı akıncılarımızı ve akıncılarımızın yiğit bir temsilcisi olan Alaaddin Ali Paşa'yı rahmetle yâdediyor, yazımızı akıncıların ruh haletinin terennüm edildiği Yahya Kemal'in "Akıncı" şiiriyle noktalıyoruz. "Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik; Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle! Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle... Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan, Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan. Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla... Cennette bugün gülleri açmış görürüz de Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde! Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik, Bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik!"
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
09 June 2014, 13:21 | Mesaj No:16 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Ynt: Tarihimize Şan Verenler.
istanbul surlarına ilk bayrağı diken mübarek şehid
ULUBATLI HASAN 29 Mayıs 1453 günü Konstantiniyye önlerindeki İslâm ordusunda büyük bir hazırlık göze çarpıyordu. İslâm askerleri sabah namazından önce en temiz elbiselerini giymişler, birbirleriyle helalleşmişler, cemaatle namazı kıldıktan sonra ordudaki yerlerini almışlardı. Kâinatın Efendisinin müjdelediği "Mesud askerler"den olmak ve Cenab-ı Hakkın huzuruna şehid olarak gitmek için yanıp tutuşuyorlardı. Hele içlerinden birisi vardı ki, heyecandan yerinde duramıyordu. Bir gün önceden komutanlarına yalvarmış en ön saflarda vuruşan birlikte yer almak için çok dil dökmüştü. Ulubatlı Hasan adlı bu yiğit Bursa Karacabey'deki Ulubat gölünün kuzeybatı kıyısının yakınında bulunan Ulubat köyünde dünyaya gelmişti. Yiğitler yiğidiydi. At yarışlarında, ok atmada, güreşte birinciydi. Daha sırtını yere getiren çıkmamıştı. Öyle ki çoğu defa iki kişiyle birden güreşir, ikisini de yenerdi. Ulubatlı Hasan'ın gönlü Allah için cihad etme aşkıyla yanıp kavrulmaktaydı "İla'yi kelimetullah" uğruna can vermek en büyük emeliydi. Büyük hücum'un yapılacağı gün en ön safta vuruşacağı için çocuklar gibi seviniyordu. Otuz tane gözüpek yeniçeri seçmişti. Hep birlikte aynı noktaya hücum edeceklerdi. Nihayet beklenilen an gelip çatmıştı. Mehter "hücum" havası çalınca Ulubatlı Hasan ve arkadaşları "Allah Allah" sesleriyle ileri atılmışlardı. Ulubatlı'nın bir elinde sancak, diğer elinde kalkan vardı. Sura dayanan merdivenlerden süratle tırmanıyordu. Atılan oklara, taşlara, üzerlerine dökülen kızgın yağlara kalkanını siper ediyordu. Nihayet surların üzerine varmayı başarmıştı. O anda kalkanını fırlatıp atmış, uzun palasını çekmiş, arslanlar gibi vuruşmaya başlamıştı. Önüne çıkan düşman askerlerine vuruyor, vuruyordu. Yahya Kemal'in tasvir ettiği gibiydi manzara. Şöyle demektedir şair: Vur pençe-i Alî'deki şemşîr aşkına Gülbangi asmanı tutan pir aşkına Ey leşker-i müfettihü'l-ebvâb vur bugün Feth-î mübîni zâmin o tebşir aşkına Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihangir aşkına Düşsün çelengi Rûm'un eğilsün ser-î Firenk Vur Türk'ü gönderen yed-i takdir aşkına Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar Fecr-i hücum içindeki Tekbîr aşkına Ulubatlı'nın şimşek gibi çakan kılıcından ürken düşman askerleri uzaktan ok yağdırmaya başlamışlardı. Oklar peş peşe Hasan'ın vücuduna saplanıyordu. Ayakta duramayacağını anlayan Ulubatlı sancağı Topkapı'daki surlann üzerine dikivermişti. Sancağın surların üzerinde dalgalandığını gören askerler coşmuştu. Tekbir getirerek büyük bir gayretle surlara hücum ediyorlardı. Ulubatlı Hasan da vücudunun oklarla delik deşik olmasına rağmen yaralı ars-lan gibi sancağın yanına düşman askerlerini yaklaştırmıyordu. Nihayet diğer arkadaşlan yanına gelmiş, Hasan'ın etrafına halka olmuşlardı. Sancağın artık emin ellerde olduğunu gören Hasan yüzünde mes'ud bir tebessümle ruhunu Rahman'a teslim etmişti. Kendisiyle birlikte surlara tırmanan arkadaşlarından 18'i de şehid olmuş, kalan 12'si sancağı düşürmemişti. Çok genç yaşta şehitlik rütbesini kazanan Ulubatlı Hasan'ın vücuduna 27 ok saplanmıştı. Arkadaşlan bu okları çıkardılar ve bu mübarek şehidi Fatih'in huzuruna götürdüler. Fatih, İslâmın bu bahadır evladına dua ettikten sonra şöyle demiştir: "Ulubatlı Hasan'ım! Ne kadar şanlısın. Eğer sultan olmasaydım, Ulubatlı Hasan olmak isterdim!"
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
09 June 2014, 13:22 | Mesaj No:17 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Ynt: Tarihimize Şan Verenler.
Matematik ve Astronomi sahasında dünya çapında şöhret
ALİ KUŞÇU Verdiği eserlerle Astronomi ve Matematik ilminde dünya çapında şöhrete ulaşan âlimimiz Ali Kuşçu 1410 yılında Semerkand'da doğmuştur. Babası, Muhammed, Türkistan ve Maverâünne-hir emîri Uluğ Bey'in Doğancıbaşısıdır. Alâüddin Ali İbni Muhammed'in "Kuşçu" lakabı buradan ileri gelmektedir. Genç yaşında riyaziyye (matematik) ve astronomiye merak salan Ali Kuşçu, ilk tahsilini Semerkand'da yaptı. Bizzat Uluğ Bey'den astronomi ve riyaziye okudu. Aynca devrin meşhur âlimlerinden Bursa'lı Kadızâde Rumî'den ders aldı. Semerkand'dan sonra yine devrin ilim merkezlerinden Kirman'a giden Ali Kuşçu, burada tahsilini ilerletti. Kirman'da bulunduğu esnada, Nasırüddin-i Tûsi'nin "Tecrid'ül-Kelâm" isimli eserini şerhetmiştir. Ali Kuşçu'nun bu çalışması "Şerh-i Cedid" diye meşhur olmuş ve uzun müddet medreselerde okutulmuştur. Yine Kirman'da ayın şekillerini gösteren "Eşkâl-i Kamer" isimli eseri yazmıştır. Kirman'da tahsilini ikmal ettikten sonra tekrar Semerkand'a dönen Ali Kuşçu burada Uluğ Beyin kurmuş olduğu rasadhâneye (gözlemevi) müdür olmuştur. Rasadhanenin iyi bir şekilde işlemesini sağlayan Ali Kuşçu aynı zamanda Uluğ Bey'in yıldızların yerlerini ve hareketlerini gösteren cetvel olan "Zîc" adlı eserine yardım etmiş daha sonra da Uluğ Bey'in bu meşhur eserim tamamlamıştır. Uluğ Bey'in 1450'de vefatı üzerine, Tebriz'e giden Ali Kuşçu orada Uzun Hasan'ın talebi üzerine bir müddet kalmıştır. İlme ve âlime büyük değer verildiği 15.Asırda yaşamanın verdiği imkanlarla değerli eserler üreten Ali Kuşçu aynı zamanda her gittiği yerde etrafına toplanan talebelere verdiği derslerle de şöhret bulmuştur. Uzun Hasan da bu değerli Âlime büyük değer vermiş, kendisine çok itibar etmiştir. Fakat Ali Kuşçu'nun en büyük talihi Fatih Sultan Mehmed Han'la karşılaşması olmuştur. Uzun Hasan, Osmanlı Devletiyle barış görüşmelerini yürütmek üzere Ali Kuşçu'yu Fatih'e elçi olarak göndermişti. Bu vesileyle Ali Kuşçu'yu yakinen tanıyan ilme âşık idareci, Ali Kuşçu'dan İstanbul'da kalmasını istemiştir. Bu teklif karşısında Ali Kuşçu'nun davranışı tam ilmiyle âmil bir kişiye yakışacak tarzdadır. Ali Kuşçu Padişahın bu teklifini şeref vesilesi bildiğini ve memnuniyetle kabul ettiğini bildirmiş, ancak İstanbul'a bir vazifeyle geldiğini ve bu vazifeyi tamamlayacağına dair Uzun Hasan'a söz verdiğini bu yüzden üzerine aldığı elçilik vazifesini yerine getirip, görüşmelerin neticesini Uzun Hasan'a bildirdikten sonra aliesini de alarak İstanbul'a geleceğini söylemiştir. Fatihle görüştükten sonra Tebriz'e dönen Ali Kuşçu, Ailesini de alarak İstanbul'a doğru yola çıkmıştır. Fatih, Ali Kuşçu'ya İstanbul'a gelinceye kadar, şimdiki değer ölçüsüyle bir servet olan günlük bin akça harcama tahsis etmiştir. Ayrıca Ali Kuşçu Osmanlı-Akkoyunlu hududunda büyük bir merasimle karşılanmış ve İstanbul'a getirilmiştir. Bu durum, devre hakim zihniyeti gösteren müşahhas bir misaldir... İstanbul'a gelen Ali Kuşçu devrin en büyük ve yüksek tahsil müessesesi olan Ayasofya Medresesine günde iki yüz akça ile müderris tayin edilmiştir. Medresede kelam, dilbilgisi, riyaziye ve heyet (Astronomi) dersleri veren Ali Kuşçu bir taraftan da eserler yazmağa devam etmiştir. Ali Kuşçu'nun devrinde İstanbul medreselerinde matematik ve astronomi çok gelişmiştir. Verdiği eserler uzun müddet medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Başlıca eserleri şunlardır: Risale-i fı'1-Hisab (Matematiğe dair bir eser), "Risalet-ül-Muhammediye" (Peygamber Efendimizin Nübüvvetine dair yazılmış bir eser. Bu eseri Fatih'e takdim etmiştir.), Risalet-ül Fi'1 Hey'et (Astronomiye dair farsça kaleme aldığı bu eseri, Otlukbeli zaferi günü tamamladığından esere "Risalet-ül Fethiye" ismini vererek Fatih'e takdim etmiştir.), Mah-bub-ül Hamail Fi Keşf-il Mesâil (Meselelerin keşfinde tılsımların en makbulü adlı ansiklopedik bir eser), Unkud-üz-Zevahir Fi Nazm-ül-Cevahir (Mücevherlerin dizilmesinde görülen salkm) Ali Kuşçu bu eserlerinden başka; yukarıda bahsettiğimiz gibi Nasırüddin Tusi'nin eseriyle, Kadı Adudiddin'in "Risale-i Adudiye" isimli eserine de şerh yapmıştır. İlme hizmet eden bu değerli Âlimimiz 1474 yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Mezarı Eyüb Sultan Camii haziresindedir...
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
09 June 2014, 13:22 | Mesaj No:18 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Ynt: Tarihimize Şan Verenler.
İ'lâ-yi Kelimetullah'a ve ittihad-ı İslama ömrünü vakfeden idareci
YAVUZ SULTAN SELİM Hayatını; İslama, Müslümanların birliğine ve dirliğine vakfeden Yavuz Sultan Selim, tarihimizin şanına şan katmış büyüklerimizdendir. Yavuz Selim, Şehzadeliğinden itibaren Devlet meselelerine el atmış, bütün mevcudiyetiyle İttihad-ı İslâm (İslam birliği) için çalışmıştır... Tarihlerin kaydettiği büyük cihangirlerden olan Yavuz Selim, aynı zamanda san'atkârdı. Hayatının gayesini manzum olarak şöyle dile getiriyordu: "Milletimde ihtilâf ü tefrika endişesi Kûşe-i kabrimde hatta bî karar eyler beni; İttihadken savlet-i a'dayı defa çaremiz, İttihad etmezse millet, dağdâr eyler beni" Milletinin ihtilafı karşısında mezarında bile rahat edemiyeceğini söyleyen Yavuz, bütün hayatı boyunca İslam Âleminin İttihadı için "İla-yı kelimetullah" için çalışmıştır. Bu gayeleri içindir ki Yavuz, Şehzadeliği esnasında ferasetiyle, Devletin arasına ayrılık sokmak isteyenleri keşfetmiş, baştaki idarecilerin Şah İsmail fitnesine karşı kayıtsız kalmasına dayanamayarak idareye talip olmuştur. 1470'te babası II.Bayezid'in sancak beyi olarak bulunduğu Amasya'da dünyaya gelen Yavuz Selim, Annesi Dulkadıroğlu Ala'üddevle'nin kızı Ayşe hatun'un nezaretinde devrin meşhur âlimlerinden ders alarak yetişmiştir. Babası padişah olunca Şehzade Selim'i Trabzon sancak beyliğine atadı. Şehzade Selim sancakbeyi iken Anadolu'da Şah İsmail fitnesinin gittikçe yayıldığını ve Devletin istikbali için büyük tehlike oluşturduğunu görmüş ve başta pederi Sultan II.Bayezid olmak üzere, idarecilerin bu tehlikeye dikkatlerini çekmiştir. İdarecilerde bu tehlikeyi farkedecek feraseti göremeyince, kardeşleri Şehzade Ahmed'le Korkutun da Devletin düşmanlarından ziyade taht ile meşgul olduklarını görünce idareyi fiilen ele almaya karar vermiş ve bu kararını icra safhasına koymak için çalışmalara başlamıştı. Askerler, mertliğini, kahramanlığını yakinen bildikleri bu cihangir Şehzadenin idareyi ele almasını arzulamaktaydı. Çetin mücadeler neticesinde Şehzade Selim, 24 Nisan 1512'de tahta çıkmış ve 9. Padişah olarak Osmanlı tahtına oturmuştur. Birlik yolunda... Tahta oturuşundan 22 Eylül 1520'de vefatına kadar, 8 yıl içerisinde zaferden zafere koşan bu şanlı padişah, Devlet sınırları dahilindeki ve haricindeki ayrılığın kökünü kazıyarak "İTTİHAD"ı sağlamaya muvaffak olmuştur. İlk olarak Devlet sınırları dahilindeki kargaşalığı halleden Yavuz Selim daha sonra devletin doğu hududundaki, fitne kaynağı İran üzerine yürümüş, 23 Ağustos 1514'te Şah İsmail'i Çaldıran'da perişan ederek, bu hile kaynağına kuvvetli bir şamar vurmuştur. Daha sonra İslâm âlemi ve İslâm âleminin bayraktarlığını yapan Osmanlı devletine karşı düşmanca tavır izleyen Memlüklüler üzerine yürüyen Yavuz, 24 Ağustos 1516'da Mercidabık ve 22 Ocak 1517'de Ridaniye zaferiyle bu devlete son vererek Müslümanlar arasındaki bir sınırı daha ortadan kaldırmıştır. 29 Ocak 1516'da son Abbasi halifesi III.Mütevek-kil'alallah'dan halifeliği devralan Yavuz Selim, böylece, "Hâlife-i Müslimin" olarak Devleti namına İslam âleminin mânevi reisliğini de yüklenmiştir. Mukaddes Beldeler; Mekke, Medine ve Kudüs'ü Devletin sınırlarına dahil eden Yavuz Selim kendi tabiriyle "Hâdimü'l Haremeyni'ş-şerîfeyn" sıfatını da almıştır. İçerisinde Peygamber Efendimizin Hırka-i şerifi, kılıcı ve diğer eşyalan bulunan "Mukaddes Emanetleri" de, "Halife-i Müslimîn" sıfatıyla alarak İstanbul'a getirmiştir. "Emânat-ı Mukaddese"nin nakli ve daha sonra Topkapı sarayında hususi yerine yerleştirilmesi esnasında gösterdiği hassasiyet dikkate şayandır. Yavuz Sultan Selim, "Emanât-ı Mukaddese" nin Mısırdan İstanbul'a nakli esnasında yol boyu durmaksızın Kur'an-ı Kerim okutmuş, daha sonra Topkapı sarayında, bu mukaddes emanetler için "Hırka-i Saadet" dairesini yaptırmıştır. Dairenin inşası esnasında geceli gündüzlü bizzat inşaatla ilgilenmiştir. Daha sonra "Hırka-i Şerif dairesinde 24 saat aralıksız Kur'an-ı Kerim okutmuş, bu vazife için 40 hafız tayin etmiştir. Kırkıncı hafız olarak ta bizzat kendisi Kur'an-ı Kerim okumuştur. Yavuz Selim; Hususu hayatındaki sade giyimi ve yaşayışıyle, âlimlere gösterdiği hürmet ve onlara verdiği değerle, İslama bağlılığıyla, Vatanının bekası, milletinin saadeti için çalışmasıyla, harp meydanlarındaki cihangirce davranışlarıyla, usta kumandanlığıyla, ilmiyle, faziletiyle kendinden sonraki nesillere örnek olmuş şanlı büyüğümüzdür. O'nu harp meydanlannda en ön saflarda, yalınnılıç harbederken görür gibi olur, heyecandan titreriz. Şah İsmail üzerine yürürken askerlerin sabatsızlığı karşısında; "Ehl-ü ıyâl" kaydünde olanlara desturdur, gerü karularunun yanıma getsünler! Biz buraya gerü dönmek içün gelmedük! Rahat isteyen bu yola yaraşmaz! Bizi isteyüp yolumuzda can ve baş fidâ idecek yiğitler ölümden havfitmez. Ölümden korkanlar geri dönsün! Düşmanla çarpuşacak merdler benümle gelsün! Eğer içünüzde er yoğ ise ben yalunuz gidenim!" dediğini hatırlayarak sarsılmaz azmi karşısında hayranlık duyarız. Âlime hürmet ederdi Cenk meydanlarının bu namlı cengâverini âlimler yanında halim selim görmekteyiz. Mısır seferinden dönüşte çamurlu bir yolda İbn-i Kemal'in atının ayağından sıçrayan çamurun Padişah'ın kaftanına bulaşması üzerine telaşa kapılan değerli âlime, "Efendim telaş etme. Âlimlerin atlarının ayaklarından sıçrayan çamurlar bizim için şereftir. Padişahlar her zaman âlimlere muhtaçtırlar" dediğini ve daha sonra bu çamurlu kaftanın vefatında sandukası üzerine örtülmesini vasiyyet ettiğini hatırlayıp âlime hürmetin derecesini takdirden âciz kalırız... İlme âşık Yavuz Selim, âlimlere de son derece kıymet vermiştir. Devlet işlerinden arta kalan vaktini âlimlerle sohbet ederek geçirmiştir. Edebiyata meraklı, aynı zamanda "Farsça" divan sahibi bir şairdir. Herhangi bir hususta karar vermeden önce iyice düşünen, ehil kişilere danışan karar verdikten sonra ne pahasına olursa olsun karan tahakkuk ettirmek için çalışan azim sahibi bir padişahtır. Sefere çıkmadan önce, sefere çıkacağı ülkeler hakkında geniş çapta araştırma yaptırması kendisine büyük zaferler kazandırmıştır. Mısır'ın fethinden evvel Müverrih İbn Tağribirdi'nin "Al-Nucûm a-zâhira" adlı eserini Türkçeye tercüme ettirmiştir. Yavuz Sultan Selim 8 yıllık idaresi esnasında devletin hudutlarını Asya, Avrupa ve Afrika'da binlerce kilometrekare genişletmiştir. Vefatı anında Devletin üç kıtada yüz ölçümü; Avrupa'da 1.702.000 km2, Asya'da 1.905.000 km2 Afrika'da 2.950.000 km2 olmak üzere toplam 6.577.000 km2'ye ulaşmıştı... İslâm âleminde birliği temin ettikten sonra, Batıya yönelen Yavuz'un Avrupa üzerine çıktığı sefer-i Hümayun esnasında sırtından çıkan "Şirpençe" çıbanı yüzünden hastalanmış ve Çorlu ile Uğraş nahiyesi arasındaki Sırt köyünde Beka âlemine göçmüştür. Son ânı Vefatından önceki hali, bu şanlı padişahın şahsiyyetini gösteren canlı bir misaldir. Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkma anının geldiğini hisseden Yavuz, nedimi Hasan Can'dan Yasin suresini okumasını istemiştir. İlk okuyuşa kendisi de iştirak etmiş, ikinci okuyuşta "Selâmım kavlen min Rabbirrahîm" âyeti okunurken ruhunu Rahmana teslim etmiştir. Son nefesinden önce Hasan Can'ın "Cenab-ı Hakk'la birlikte olmak anının geldiğini" söylemesi üzerine: "Bizi kiminle bilürdün" sözü Yavuz'u fazla tafsilata lüzum kalmadan tanıtan veciz bir cümledir... Vefatını müteakip, şimdiki Yavuz Selim semtinde, Yavuz Selim Camii bahçesinde Kanûnî'nin yaptırdığı türbeye defnedilmiştir. Bu şanlı büyüğümüzü hürmetle yâdedip Cenab-ı Hak'tan rahmet dilerken mevzuu Yahya Kemal'in 16.Asır Türkçesiyle, Yavuz Sultan Selim'in vefatı hakkında yazdığı "RIHLET" şiiriyle noktalayalım. Şöyle diyor Yahya Kemal "Rıhlet" şiirinde: Bir gün çalındı nevbet-i takdir rıhlete Ukbâda yol göründü Huda'dan bu davete Doldukça doldu gözleri eşk-î firak ile Kudretlü pâdişâh veda etti millete Tevhîd maksadıyle geçirmişti ömrünü Refetti ermegaanını dergâh-ı vahdete Ray âtı gölgesinde fedâ-yı hayât eden Ervaha pişdar olarak girdi cennete Yekser riyâz-ı huld-i berin oldu cilvegâh Her cenkten getirdiği binlerce râyete Dîdâr-ı Fahr-ı Âlem'i görmekti gaayesi Gark-ı huşu' çıktı huzûr-ı Risâlete Alnında öptü fahrederek Fahr-ı Kâinat Şâbâş sundu sarfedilen bunca himmete Dîvân-ı Hak'da mağfiret-i Kirdigâr'dan Şâyeste gördü cürm ü günâhın şefaate Dür olmasıyle böyle büyük pâdişâhdan Garkoldu nâs mâtem-i bî-hadd ü gaayete Yer yer misâl-i bîd-i hazân oldu tuğlar Sultan Selim'e girye-künân oldu tuğlar
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
09 June 2014, 13:23 | Mesaj No:19 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Ynt: Tarihimize Şan Verenler.
Akdeniz'i Müslüman gölü haline getiren denizcilerin pîri
BARBAROS HAYREDDİN PAŞA Barbaros Hayreddin Paşa; 16. Asırda ihtişamın zirvesine erişen Osmanlı Devletinin sancağını denizlerde şerefle dolaştıran kahraman kaptanımızdır. Akdenizi bir Müslüman gölü haline getiren, Haçlı Avrupayı titreten bu şanlı kumandanın hayatı zaferlerle doludur. «İlayi kelimetullah» uğruna çıktığı seferlerde kazandığı zaferlerle Hak ismini yüceltmiş, ehl-i İslâmı mutlu edip, İslâm düşmanlarını üzmüştür. Bu bakımdan kendisine «Dinin hayırlı evladı» mânasına «Hayreddin» denilmiştir. Asıl adı Hızır olan Barbaros Hayreddin Paşa, Fatih'in ordusunda tımarlı sipahi olan Nurullah Yakup Ağa'nın oğludur. Barbaros Hayreddin Paşa'nın dedesi Abdullah Ağa da tanınmış tımarlı sipahilerdendir. Bu aile, Anadoludan Rümeliye geçmiş, Çanakkale Boğazı üzerindeki Eceabat liman kasabasına yerleşmişlerdi. Dört cengaver kardeş Barbaros'un babası Nurullah Yakup Ağa, Fatih'in kumanda ettiği orduyla birlikte 1462'deki Midilli'nin fethine iştirak etmiş, fetihten sonra gösterdiği fedakârlıktan dolayı adanın Bonova köyü kendisine tımar olarak verilmiştir. Endülüslü bir Müslüman kızıyla evlenen Nurullah Yakup Ağanın, İshak, Oruç, Hızır ve İlyas ismindeki, tarihe «Barbaros Kardeşler» olarak geçen kahraman evladları bu köyde dünyaya gelmiştir. Nurullah Yakup Ağa, evladlarının tahsiline büyük ehemmiyet vermiştir. Barbaros kardeşler, dinî ilimler tahsilinin yanı sıra, birçok dil de öğrenmişlerdir. Barbaros kardeşler ana lisanları Türkçeden başka; Arapça, Yunanca, İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Latince de öğrenerek yetişmişlerdir. Bu dört cengaver kardeşten üçü, İlyas, Oruç, İshak Reisler şehâdet şerbetini içmişlerdir... İlyas Reis, ağabeyi Oruç Reisle birlikte Trablus Şam'a gitmek üzere Midilliden ayrıldığında Rodos'un Saint - Jean şövalyelerinin büyük harp gemileri tarafından yolları kesilmiştir, çarpışmada İlyas reis şehid, Oruç reis esir düşmüştür. İshak Reis; Cezayir'de Kalelerin Kalesi mânasına gelen Kal'atü'l Kılâ'yı İspanyollara karşı kahramanca müdafaa etmiş, son nefesine kadar kılıcını elinden bırakmamış, vuruşa vuruşa şehid olmuştur. (31 Ocak 1518'de) Oruç Reis; (10 Ekim 1518'de) İspanyollar tarafından şehid edilmiştir. Binlerce İspanyol askerinin saldırısına karşı 6 ay Tlemsen'i kahramanca koruyan deniz kurdu da dillere destan bir mücadele vererek 40 bini bulan düşman askerinin saldırısı sonucu, askerleriyle birlikte şehid edilmiştir. Barbaros kardeşlerin bu şehâdetlerinden sonra kardeşleri Hızır, şehitlerin gözlerini arkada koymamıştır. Etrafına topladığı gözü pek reisler ve Leventlerle Haçlıları perişan etmiştir Hızır Reis'in leventleri: Deniz üstünde yürürüz, Düşmanı arar buluruz, Öcümüz komaz alırız, Bize Hayreddinli derler. diyerek Akdeniz'i bir uçtan bir uca geçip önlerine çıkan düşmanı perişan etmişlerdir... Oruç'un şehadetine kadar Ağabeyi ile birlikte küffara karşı mücadele veren Barbaros Hayreddin Paşa, daha sonra tek başına Akdeniz'de dolaşmaya başlamıştır. Hayatı zaferlerle geçti 1473'te dünyaya gelen Hayreddin Paşa'nın hayatı zaferlerle doludur demiştik. Bu zafer dolu hayata kısaca göz gezdirelim... 1512'de ağabeyi Oruç'la birlikte Cenevizliler'in elindeki Cecel'i fethetmişlerdir. Tunus'un «Halku'l vâd» kalesini üs edindiler 1516'da Cezayir şehrini fethettiler. Barbaros karedşler Kuzey Afrika'daki müslümanlar üzerindeki Haçlı baskısını kırmaya azmetmişlerdi. Bu azimle çalışmışlar muvaffak olmuşlardır. Cezayir'i fetheden Barbaros kardeşler, bütün Kuzey Afrika'yı fethetmeyi gaye edinmişlerdi. Yalnız daha önce bir düşünceleri vardı. Yavuz gibi bir cihangirin idaresindeki, İslâm âleminin hâmisi Osmanlı Devletinin maiyyetine girmek istiyorlardı... Bu düşünceleriyle Barbaroslann şan, şeref peşinde olmadıkları, sırf «İTTİHAD» için «İLA-Yİ KELİMETULLAH» için cihad ettikleri açıkça görülmektedir. Çünkü Kuzey Afrika'nın büyük kesiminde onlar Sultan olarak tanınmaktaydılar. Hutbeler önce Oruç, daha sonra Hayreddin adına okunmaktaydı. Fakat onlar dünyevî saltanat peşinde değillerdi. «Hadimü'l Haremeyni şerifeyn» olduğunu ilan edecek olan Yavuz gibi, onlar da dinlerinin, milletlerinin ve Ulvi gayeleri gerçekleştirmek için çalışan Devletin hizmetinde bulunmayı Hâkimliğe tercih etmişlerdir. Bunun için Yavuz Sultan Selim'e çeşitli zamanlarda defalarca elçi gönderirler. İlk önce Mayıs 1516'da Piri Reis İstanbul'a gönderilir. Yavuz Barbarosların teklifleri karşısında memnuniyetini belli eder. Bunun nişanesi olmak üzere iki elmaslı kılıç verir. Biri Oruç, biri Hızır Reisler için... Barbaros Hayreddin reis daha sonra 1517'de Hacı Hüseyin Reis'i Yavuz'a gönderir. Kahire'de bulunan Yavuz'la görüşen Hüseyin Reis daha sonraları 15 Mayıs 1519'da Yavuz'la İstanbul'da da bir görüşme yapmıştır... .. Yavuz Barbaros Hayreddin Reisin isteklerini kabul etmiş, Yeniçeri kuvveti ile toplar göndermiş ve Anadolu'dan dilediği kadar asker toplaması izninin yanı sıra «Cezayir Beylerbeyi» unvanını vermiştir. Artık Barbaros Hayreddin Paşa, Akdeniz'de Osmanlı devletini temsil etmektedir. Bu sıfatla İslâm düşmanlarının karşısına çıkacak, cihad edecektir. Devamlı kazandığı zaferlerle, aldığı ganimetlerle maddî cihetten de güçlenen Barbaros, kazandığı bu zaferleri iman gücü ve azmi yanında «Deniz Harp sanatındaki maharetine» ve yine mahir reislere sahip oluşuna borçludur. Barbros'un maiyyetindeki her biri Denizcilikte mahir, gözüpek reislerinden bir kısmı şunlardır: Coğrafya âlimi Piri Reis, Yahya Reis, Sinan Reis, Mehmet Reis, Aydın Reis, Kurtoğlu Müslihuddin Reis, Salih Reis, Turgut Reis, Barbaros'un oğlu Hasan Reis ve manevîoğlu Hasan Reis... Barbaros'un oğulları Bunlardan, Barbaros'un oğlu ile manevî oğlu Hasan Reisler Cezayir Beylerbeyliği yapmışlardır. Salih Reis de Cezayir Beylerbeyliği yanısıra Fas Fatihi olarak ta tanınır. Aydın Reis, Endülüslü Müslümanların İspanyol zulmünden kurtarılmalarında büyük vazife yapmıştır. Mücadeleleriyle düşmanın belini kırmıştır. Bu bakımdan Avrupalılar Ona «Şeytan Döven» demekteydiler. Müslümanlar ise, Aydın Reis'e'"Kâfir Döven" diyorlardı... 23 Ağustos 1519 ile 1520 baharında üst üste Cezayir'i ele geçirmek için saldıran İspanyollar, Hayreddin Paşa kumandasındaki kuvvetler tarafından bozguna uğratılmıştır. (1520-1525) tarihleri arasındayerli ahalinin ihaneti üzerine geçici bir süre elden çıkan Cezayir, 1525'te tekrar fethedilmiştir. Bu parlak zaferlerden sonra Kanunî Barbaros'u İstanbul'a davet eder. Barbaros, 18 Amirali ile birlikte İstanbul'a hareket eder. Yol boyunca düşman limanlarına hücum eder. Önüne çıkan düşman donanmalarını perişan eder. 27 Aralık 1533'te binlerce İstanbullunun karşılamasıyla İstanbul'a ulaşır. Kanuniyle görüşür. Kanuni Barbaros'a iltifat eder. Barbaros'a Kaptan-ı Derya'lık verilecektir. Fakat bunun için, protokola göre bu unvanı Sadrazam İbrahim Paşanın vermesi gerekmektedir. Padişah, devlet işinde yetkisi dahilinde olsa bile nizama halel vermekten şiddetle kaçınmaktadır. Bunun için Barbaros bizzat kendisi İbrahim Paşayla görüşmek üzere Halep'e gitmiştir. İstanbul - Halep arasını at sırtında 10 gün gibi kısa bir zamanda kateden Barbaros, dönüşte de 10 günde gelmiştir. İstanbul'a döndükten sonra 6 Nisan 1534'te tertip edilen merasimle Barbaros'a Kaptan'ı Deryalığa tayin fermanı bildirilir. Artık Barbaros Hayreddin Paşa, Osmanlı Devletinin Kaptan-ı Deryasıdır ve muazzam Osmanlı donanması emrindedir. "Muazzam donanma" diyoruz. Çünkü o devirde Osmanlı donanması Dünyanın donanma bakımından ilk sıralarındaydı. Askeriyenin diğer sahalarında olduğu gibi... Öyle ki birkaç senede bir bu gemiler değiştirilmekte, yenilenmekteydi... Donanmaya çok ehemmiyet verdi Barbaros'un birkaç ay içerisinde, sadece İstanbul'daki tersanelerde 61 Harp gemisi inşa ettirmesi, donanmanın gücünü gösteren müşahhas bir örnektir. Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa kumandasındaki Osmanlı Donanması denize açılır. Yeni Fetihlere doğru yelkenler fora edilir... 22 Ağustos 1534'te Tunus fethedilir. Bu fetih üzerine Barbaros, Kaptan-ı Deryalık ve Cezayir Beylerbeyliği makamlarına ek olarak Divan-ı Hümayun tarafından yeni bir Beylerbeyi tayinine kadar Tunus Beylerbeyi vekilliğini de üzerine almıştır. Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa, İtalya (Venedik) üzerine sefer-i Hümâyûna iştirak etmiştir. Orduyu Hümâyûn'un karadan hareketi ile birlikte 280 parçadan müteşekkil Donanmayı Hümâyûn 11 Mayıs 1537 günü hareket etmiştir. 1537'de Kiklad Adalannı fetheden Barbaros, Akdeniz'in yanı sıra Ege'yi de düşmandan temizlemiş ve Venediklileri Ege'den kovmuştur. Barbaros'un kumandanlığında kazanılan Preveze Zaferi, Dünya Deniz Harp tarihine geçmiş, bütün Dünyaya Osmanlı hakimiyetini bir kez daha duyurmuş ve Akdeniz'in tamamen bir Müslüman gölü olduğunu düşmanlara da kabul ettirmiştir... İspanya, Almanya, Venedik, Portekiz, Ceneviz, Papalık, Floransa, Malta donanmalarından kurulu 600'den fazla gemiden müteşekkil Haçlı donanmasını 28 Eylül 1538'de Preveze'de bozguna uğratan Donanmayı Hümâyûna kumandanlık eden Kaptan-ı Derya Hayreddin Paşa, bu mücadelesiyle şanlı tarihimize parlak bir sayfa daha ilave etmiştir. Zaferler birbirini takip eder. Barbaros'un evladlığı Hasan Bey, Almanya İmparatoru ve İspanya Kralı Charles Quint (Şarlken)in bizzat kumanda ettiği haçlı donanmasını ve ordusunu Cezayir önlerinde bozguna uğratmış, yok etmiştir (24 Ekim 1541). Bu bozgun üzerine mağrur kral öfkeyle tacını denize fırlatmış ve perişan bir halde geri dönmüştür... ... Ve Barbaros vefat ediyor Dünyanın en büyük devleti, kendilerinden yardım isteyenlerin yardımına koşmaktan geri durmamıştır. Fransa Kralı I.Français'in İspanya ile yaptıkları savaşta kendilerine yardımda bulunmaları için Kanûni'ye rica etmiş. Kanunî de bu ricayı kabul etmişti. Fransa'ya yardım için Barbaros vazifelendirilmiştir. Barbaros Mayıs 1543'te Donanma ile İstanbul'dan ayrılır. 20 Ağustos 1543'te Nice'yi fetheden Barbaros şehrin anahtarını Kanunî Sultan Süleyman adına kabul etmiştir. Barbaros Nice'de fazla kalmaz ve Nice'i Fransızlara teslim eder. Fransızlar burada Avrupa'nın durumunu ortaya koyan davranışlarda bulunurlar ve Nice'i yağmalarlar. Barbaros, 1543 - 44 kışını Toulon'da geçirir. Barbaros Toulon'da kaldığı müddetçe şehre Osmanlı sancağı çekilmiştir. .. Barbaros Hayreddin Paşa daha sonra İstanbul'a dönmüştür. 4 Temmuz 1546'da İstanbul'da fani dünyaya veda eden bu namlı reis, Beşiktaştaki türbesine defnedilmiştir. Ömrünü Hakka adayan Barbaros, hayatının her safhasında Rıza-i İlâhî için çalıştığını ısbat etmiştir. O yardımı Allah'tan beklemekteydi. Bunun içindir ki Bayrağında; «Nasr'un minallahi ve fethun kariybun ve beşşiril mü'mi-niyne» (Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer vardır. -Ey Resulüm!- Mü'minlere müjde ver) -Es-saf Sûresi a. 13- âyet-i kerimesi yazılıydı... Asırlar boyu, sefere çıkan donanmalar Barbaros'un türbesi önünden hareket etmiş ve türbe önünden geçerken top atışlarıyla O'nu selâmlamışlardır... Halen de deniz kuvvetleri top atışlarıyla bu denizlerin Pirî'ni hatırlamaktadırlar... Bu şanlı büyüğümüzü tekrar hatırlarken ruhu şad olsun diyor ve yazımızı Beşiktaş önünden atılan her top sesleriyle hatırladığımız Yahya Kemal'in beyitleriyle noktalıyoruz... Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor? Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor! Adalardan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi? Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor; O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
09 June 2014, 13:24 | Mesaj No:20 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Ynt: Tarihimize Şan Verenler.
Ömrü Gaza Meydanlarında Geçen
Tevhid Sancağını Zirveye Çıkaran Şanlı Hünkâr KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN On altınca asır, tarihimizin en parlak devresi... Bu devreye 46 yıllık saltanatı ile mührünü basan şanlı hünkâr... Avrupalıların, "Muhteşem" sıfatını kullandıkları Sultan Süleyman... Karadeniz'in şirin vilayetlerinden ve Osmanlı Devleti sancaklarından Trabzon'da 6 Kasım 1494'te dünyaya gelen küçük yavruya isim düşünülmektedir. Bu erkek çocuğun babası, geleceğin "Yavuz"u olacak olan Şehzade Selim'dir. Sancak Beyi olarak Trabzon'da bulunmaktadır. İsim için eskiden beri devam edegelen bir an'aneye başvurulur ve Kur'an-ı Kerim'den tefe'ül edilir. Açılan sahifedeki "İnnehu min Süleyman..." âyetinden alınarak yavruya Süleyman ismi verilir... Şehzade Süleyman henüz küçük yaşlanndan itibaren şanlı pederinin bırakacağı muazzam Devletin becerikli idarecisi olacak şekilde yetiştirilir. Mükemmel dinî kültürün yanında san'at da öğretilir istikbalin Kanunisi'ne... Hocası Mevlânâ Hayreddin O'na dinî ilimleri öğretmiştir. Ayrıca devrin meşhur âlimlerinden müsbet ilimleri tahsil etmiştir. San'at olarak ta kuyumculukta karar kılınmıştır. Bu san'attaki ustasıyla Şehzade Süleyman arasında cereyan eden bir hadise hayli enteresandır. Şehzade Süleyman, ustasının verdiği vazifeyi yapmayınca ustası, "Sana bin sopa vuracağım" der. Bunu duyan Şehzade Süleyman'ın annesi Hafza Hatun ustadan evladının affını rica eder ve ustaya bin altın verir. Fakat usta yemin etmiştir. Yemini yerine getirmek için bir formül bulur ve çırağı Şehzade Süleyman'dan altınları yüz ince tel haline getirmesini ister. Ustanın isteği yerine getirilince, usta bu yüz altın telle Şehzadeye on kere vurur... Şehzade Süleyman dedesi III.Bayezıd'ın sağlığında Devlet idareciliğine ilk adımı atmıştır. Evvela Şebinkarahisar, ardından Bolu sancak beyliğine tayin edilir. Bu iki tayine de amcası Şehzade Ahmet itiraz etmiştir. Tahta oturmayı ümid eden Şehzade Ahmed, yeğeninin, Yavuz Selim hesabına ümidini engelleyeceğini hesaplamaktadır... Ve şehzade Süleyman Kefe sancakbeyliğine tayin edilir. Henüz çocukluk çağındaki Şehzade Süleyman sancak beyliğinden önce yine henüz Şehzade olan pederi Şehzade Selimin Şah İsmail ordusunu Erzincan'da darmadağın ederken de yanıbaşındadır... Yavuz Sultan Selim'in padişahlığı esnasında; Şehzade Süleyman padişah'ın payitahtta bulunmadığı sıralar babasına vekalet etmiş, daha sonra Saruhan sancak beyliği vazifesi ile Manisa'ya gönderilmiştir. Tahta oturuşu ve sonrası Yavuz'un 22 Eylül 1520'de vefatı üzerine Şehzade Süleyman 30 Eylül 1520'de Osmanlı tahtına oturmuştur. İlk icraat olarak adalet işlerini yoluna koymuş ve iç huzuru sağlamak için uğraşmıştır. 6 Şubat 1521 de Canbirdi Gazali isyanının bastırılmasından sonra üç kıtada 46 yıl boyunca devam edecek seferlere başlamıştır. Kanunî, 7 Eylül 1566'da vefatına kadar 13 "Sefer-i Hümâyûn'a" çıkmıştır. Bu seferlerin neticesinde dört bir yanda kazanılan zaferler ve yapılan fetihlerle Devlet ihtişamın zirvesine ulaşmıştır. Garpta Belgrad'ın, Rodos'un fethedilmesi, Mohaç zaferinin kazanılması, Estergon seferi neticesinde alınan topraklar ve Viyana kapılarına dayanış... Doğuda ve Güneyde; İran üzerine yapılan seferlerle doğu hududunun sağlamlaştırılması... Akdenizdeki fetihler... Afrika kıtasındaki fetihler... Bütün bu fetihlerle Kanuni pederinden devraldığı topraklara; Trablusgarb'ı, İrak'ı, Cezayir'i... Anadolu'da Van'dan Ardahan'a kadar kuzey ile kuzeydoğu topraklarını, Batı'da; Macaristan, Erdel, Belgrad havalisini, Rodos'u, Adalar denizinde en mühimmi Sakız olmak üzere çeşitli Venedik ve Ceneviz sömürgelerini... Akdeniz'de büyük ehemmiyeti olan Cerbe adasını ilave etmiş; Akdeniz'le Kızıldeniz'i ve Basra Körfezini birer Müslüman Türk gölü haline getirmiş; Osmanlı sancağını Umman ve Hint denizlerinde dalgalandırmıştır. Doğu sınırında çıbanbaşı olan Safevileri büsbütün sindirmiş ve İspanya krallığı ile Almanya imparatorluğuna ve Avusturya devletine, Osmanlı Devletinin hakimiyetini kabul ettiren anlaşmalar imzalatıp haraca bağlamıştır. Geriye hudutlarında güneş batmayan muhteşem bir Devlet bırakan bu idarecilerin devresinde Osmanlı Devleti "süpergüç" olmuştur. Osmanlı Devleti Kanuni devrinde adaletiyle, idaresiyle, iktisadi faaliyetleriyle, ilim, kültür, san'at faaliyetleriyle bütün dünyaya örnek olmuştur. Kanuni rahat döşeğinde ölümü hazmedememiş, Hakkın emanetini harp meydanında teslim etmek istemiş ve öyle de olmuştur. Son "Sefer-i Hümayun'da" ordu Zigetvar kalesi önlerindeyken top, tüfek sesleri, kılıç şakırtıları arasında teslim-i ruh etmiştir. Vefatının akabinde de kale fethedilmiştir. Kanuni harp sanatındaki mahareti yanında, san'atkarlığıyla da tanınır. Aynı zamanda usta bir şairdir. "Muhibbi" mahlasıyla (takma ad) yazdığı şiirlerde san'atının ve fikrinin pırıltılarını görmekteyiz. Bütün hayatı boyunca adımlarını, Allah rızası için atmaya çalışmış olan bu cihangir padişah Tevhid uğruna her fedakârlığı göze almaktan çekinmemiştir. Bir şiirinde şöyle der: "Halk içinde mü'teber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi Saltanat dedikleri ancak cihan gavgaasıdır Olmaya baht-u saadet dünyada vahdet gibi" Hak için, "İla-yi kelimetullah" için çalıştığını hareketleriyle gösterdiği gibi, fikrini "Muhibbi" mahlasıyla yazdığı şiirlerinde sık sık işlediğini görmekteyiz. Kanuni, şu meşhur şiirinde niyetini açıkça belirtmektedir: "Allah Allah diyelim, sancak-ı şahı çekelim, Yürüyüp her yandan Şark'a sipahi çekelim İki yerden kuşanalım yine gayret kuşağın, Bulaşıp toz ile toprağa bu rahı çekelim, Payimal eyliyelim kişverini sürhserin, Gözüne sürme deyu dûd-ı siyahı çekelim. Bize farz olmuş iken olmamız İslâm'a zahir Nice bir oturalım bunca günahı çekelim! Umarım rehber ola bize Ebübekr ü Ömer Ey Muhibbi, yürüyüp Şark'a sipahi çekelim!" Bu büyük hükümdarın devrinde yüzlerce büyük şahsiyetler yetişmiştir. Edebiyyata; Fuzulî, Bakî... İlim'de; Zenbilli Ali Efendi, İbni Kemal ve Ebussuud Efendi... Mimaride; Koca Sinan... Tarih'te; Selanikî Mustafa, Âli, Celâlzâde Mustafa, Nişancı Mehmet... Coğrafyada; Pîri Reis... Denizcilikte; Barbaros Hayreddin Paşa ve Turgut Reis... Önde gelen isimlerdendir. Şair Padişahlardan Kanûnî'nin meşhur Beyti: Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi İlme ve buna bağlı olarak âlimlere ve san'atkarlara büyük değer veren Kanuni Devrinde Osmanlı sınırları yüzlerce san'at eserleriyle süslenmiş, yüzlerce eser yazılmıştır. Mimari sahasındaki başlıca eserler; Süleymaniye Külliyesi, Babasının namına yaptırdığı Sultan Selim Camii, oğullan Şehzade Mehmed ve Cihangir namına yaptırdığı camiler... Kızı Mihrimah Sultan namına yaptırdığı Edirnekapı ve Üsküdar'daki camiler, Haseki Sultan Camii ve medresesi ve her tarafa dağılmış, köprüler, medreseler, tekkeler... Şan ve şerefle dolu bir devri ve Hak âşığı şanlı hünkan anlatmaya ciltler dolusu yazılar yetmez. Biz Kanuni hakkındaki yazımızı taşıdığı mânâ itibariyle vasiyyeti ve bir şiirle noktalayalım. Kanuni hastalığı esnasıda Ebussuud efendiye bir sandık teslim ederek vefatında bu sandıkla gömülmesini vasiyyet etmiştir. Vefatı takiben ulemâ arasında yapılan tartışmalar neticesinde, dinimizde eşya ile gömülmek caiz görülmediğinden sandık kabre konulmaz. Fakat merak üzere açılır. İçindekileri gören Ebussuud efendi göz yaşlarını tutamaz. Sandıkta. Kanuni'nin verdiği hükümler için aldığı fetvalar vardır. Ebussuud efendi ağlayarak "-Süleyman sen kendini kurtardın biz ne yapacağız..." der... Kanuni için ağlayanlardan birisi de şair Baki'dir. "Kanuni Sultan Süleyman Mersiyyesi" ile hislerini dile getirmiştir. Bu meşhur manzumenin altıncı bendininin son beyitleriyle yazımızı noktalayalım: Şöyle diyor Baki şanlı hünkar için: "Dest-i fenada merg-i hevâ durmayıp döner Tiğın Huda yolunda sebil etti canları Şemşîr gibi rûy-ı zemine taraf taraf Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları Aldın hezâr bütkedeyi mescid eğledin Nâkus yerlerinde okuttun ezanları Âhir çalındı kûs-ı rahîl ettin irtihâl Evvel konağın oldu cinân büstanları Minnet Hudâya iki cihanda kılup saîd Nâm-ı şerifin eyliye hem gazi hem şehid"
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
Bookmarks |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Tefekküre Davet Köşesi |
|
Papatyam Sosyal Medya Guruplarımıza Katılın |