Tarihimize Şan Verenler. - Sayfa 3 - Papatyam Forum

Papatyam Forum

Go Back   Papatyam Forum > ..::.GENEL KÜLTÜR.::. > Tarih Sayfaları

Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Alt 09 June 2014, 13:24   Mesaj No:21

PESTEMAL

Papatyam Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:PESTEMAL isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Papatyam No : 145
Üyelik T.: 16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 3.815
Konular:
Beğenildi:
Beğendi:
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Ynt: Tarihimize Şan Verenler.

Muhteşem bir devre mühür vuran usta
MİMAR SİNAN


Mimar Sinan deyince, ihtişamlı bir devre haşmetli eserlerle mühür basan, mimarî sahasında en mükemmel eserleri bizlere hediye eden koca ustayı hatırlarız hemen... Hatırlarız ve bir anda gözlerimizin önüne Şehzadebaşı gelir, Süleymaniye gelir, bütün haşmetiyle Selimiye gelir...
Bereketli bir ömürde meydana getirdiği mimari değerleri büyük 366 eserle; aynı zamanda azim ve gayretle çalışmanın karşılıksız kalmayacağını, böyle yüzlerce eserle neticeleneceğini fiilen göstermiş, gelecek nesle örnek olmuş bir büyüğümüzdür.

1490 yılında Kayseri'nin Ağırnas köyünde dünyaya gelen Sinan'ı, Osmanlı devletinin dört kıtada at oynattığı bir devirde ve cihangir iki padişahın maiyyetinde görmekteyiz. »Dünya bir padişaha çok iki padişaha azdır» diyen Yavuz'un ve devrinde, Osmanlı'nın cihanda en büyük devlet olduğu Kanunî'nin maiyyetinde...

Devamlı ilimle meşgul oldu

Sinan henüz yirmi iki yaşındayken, 1512 yılında Kayseri'den devşirme olarak İstanbul'a getirilmiştir. Bu tarihten itibaren Sinan'ı devamlı ilimle, araştırmayla meşgul görüyoruz... Azimle çalışmanın semeresini devamlı terfi alarak görür... Yavuz ve Kanunî devrinde, doğudaki ve batıdaki medeniyet ve kültür merkezlerini gören, oradaki eserleri yakından araştırma fırsatını bulan Sinan, »İlim mü'min'in yitik malıdır, nerede bulursa almalıdır» hadisi şerifi gereğince ilim namına, kültür namına her gördüğünü araştırmış, işine yarayacak olanları hafızasına nakşetmiştir... Sonradan bu görüp incelediklerini taklide sapmadan, tamamen kendisine has bir üslupla eserlerinde kullanmıştır...

Doğudan batıya, kuzeyden güneye binlerce kilometrelik mesafeleri fetih ordularıyla birlikte kateden Sinan, her defasında değişik yerler görmüş, aktif hizmetlerde bulunmuş, padişahların takdirini kazanmıştır. Sinan'ı sırasıyla şu seferlerde ve vazifelerde görüyoruz;

Yavuz Sultan Selim devrinde, 1514'te İran ve 1517'de Mısır seferine iştirak etmiş, İran'da Büyük Selçuklular devrinde başlayan kubbe mimarisini, Mısır'da Memlükler'den kalma eserlerdeki renkli taş kaplama ve kakmaları yakından görmüştür.

Kanunî Sultan Süleyman devrinde Belgrad (1521) ve Rodos (1522) seferlerine katılarak atlı sekban, 1526'da Mohaç savaşına girdikten sonra acemioğlanlar yayabaşılığına, daha sonra da kapı yayabaşılığına yükselmiştir. Alman seferine (1532) zemberekçibaşı rütbesiyle katılmıştır. 1534'te Irakeyn seferine katılmıştır. Yine Batıya yapılan seferlerden, Korfu, Pulya (1537) ve Kara Boğdan (1538) seferlerine iştirak etmiştir. Bu seferlerde Avrupa mimarisini yakından tanıyan Mimar Sinan, Tebriz ve Bağdad'da meydana getirilmiş olan «İslam mimarisinin» örneklerini de yakından tanıma fırsatını bulmuştu...

Ordunun geçtiği yollarda, köprü, yol, kanal gibi çeşitli yapı işlerinde gösterdiği muvaffakiyet Padişahın dikkatini çekmiştir. Kara Boğdan seferinde, Prut ırmağı üzerinde 13 günde bir köprü kurması onun maharetini bir kez daha ispatlayan örnek olmuştu...

Göstermiş olduğu bu muvaffakiyetlerle 1536'da «reis-i mimarân-ı dergâh-ı âli» rütbesini almış, vefatına kadar mimarbaşı olarak vazife yapmıştır.

Eserleri üç kıtaya yayıldı

Üç kıtaya yayılan devletin hemen her köşesinde onun eserlerine rastlanır. Budin ve Kırım'dan Mekke'ye kadar dört bir yan'da onun eserleri görülür... Mimari sahasının en olgun örnekleri olan 84 cami, 52 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 5 su yollan, su kemerleri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 saray 8 mahzen, 48 hamam... Bunlar göze çarpacak derecede olanlar. Bunların yanında şimdi Avrupa'da Osmanlı'nın sefer hatırası olarak bulunan köprüler, yollar, kanallar, mescidler...

Bu san'at değeri yüksek ve eşsiz eserler içerisinde üç tanesi en çok dikkatleri çekmiştir. Koca ustanın da san'at hayatının üç devresine izafe ettiği üç eser... Çıraklık devri eseri Şehzadebaşı, Kalfalık devri eseri Süleymaniye ve ustalık devri eseri Selimiye camileri...

İstanbul'un görkemli yapılarından Süleymaniye için Yahya Kemal hislerini şu şekilde manzumeleştirmiş:

Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı

Adamış sevdiği Allahına bir böyle yapı.

En güzel mabedi olsun diye en son dinin

Budur öz şekli hayâl ettiği mimarînin.

Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,

Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi

Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,

Taşı yenmiş nice bin işçisi, mimariyle.

Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,

Uhrevi bir kapı açmış buradan gökyüzüne

Tâ ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları...

Mimar Sinan'ın eserlerinde her şey yerli yerindedir. Sadelik içerisinde mükemmellik, ahenk, haşmet... Çok geniş kubbeleri, zarif minareleri, geniş ve ferah yapı tarzıyla, herşey yerli yerindedir Sinan'ın eserlerinde...

Dine hücum edenlere sed oldu

Mimar Sinan eserlerinde dış görünüş yanında içi de ihmal etmemiş, bilhassa camileri; çinilerle hat sanatının en güzel örnekleri ile donatmıştır...

Eserlerinde, işçilerle birlikte çalışan, taş taşıyan, harç karan Sinan, mütevâzi, cömert bir insan ve Rabbinin gösterdiği yolda yürüyen bir mü'mindi. O, gelecekteki iddiaları görmüşçesine, eserleriyle, «Dinin terakkiye mani olduğu» safsatasını çürütmüştü. İlme talib olmuş, aramış, azimle çalışmış ve bütün dünyanın takdirle alkışladığı eserler meydana getirmiştir...

Mimar Sinan'ın eserleri, ilmi teşvik eden son dine hücum eden iftiracıların önünde bir sed, bir kaledir... Bütün hücumlar Süleymaniye'nin eteklerinde güneş önündeki kar gibi erimiştir. Erimeye mahkum bırakmıştır Koca Usta...

9 Nisan 1588'de İstanbul'da fâni hayata gözlerini yuman Mimar Sinan geride dünya malı olarak tek çöp dahi bırakmamıştı... Süleymaniye gibi muhteşem âbidenin kuzey doğusunda, bir mimarın pergelini andıran şekli ile mütevâzi bir türbeye defnedilmiştir.





__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 June 2014, 13:25   Mesaj No:22

PESTEMAL

Papatyam Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:PESTEMAL isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Papatyam No : 145
Üyelik T.: 16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 3.815
Konular:
Beğenildi:
Beğendi:
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Ynt: Tarihimize Şan Verenler.

Tevazu sahibi büyük edibimiz
FUZÛLÎ


Kültür ve Medeniyet hazinemize eşsiz eserler armağan eden sanatkârlarımızdan birisi de Fuzulî'dir. Edebiyat sahasında dünya çapında şöhrete sahiptir. O'nun meydana getirdiği eserler asırlar boyu dillerden düşmemiştir... Şiir dalında meydana getirdiği eserlerin dünya klasikleri arasında mümtaz bir yeri vardır...
Fuzûlî'nin Şiir san'atına kabiliyeti küçük yaşlarından itibaren belli olmuştur. O çok küçük yaştan itibaren diz çöktüğü ilim ve irfan rahle-i tedrisinden aldığı geniş malumatı, ruhundaki İlâhî aşkla yoğurup, san'at potasına dökerek mükemmel bir şekil halinde nesillere cömertçe armağan etmesini bilmiştir. Bu yolda gösterdiği gayret ve Hak âşıklığındaki ihlasıdır ki O'nu unutulmayanlar listesine kaydettirmiştir...

Kısaca hayatına göz atalım: Fuzûlî'nin doğum tarihi hakkında kesin bir rakam söylenememekle birlikte 1480 tarihi civarında Kerbelâ'da dünyaya gelmiştir. Babası Süleyman Efendi Hille Müftülüğü yapmıştır...

Asıl adı Mehmed olan Fuzûlî ilk tahsilini babasının eğitim halkasında yapmıştır. Daha sonra çevrenin meşhur âlimlerinden de dersler almıştır. Kayınpederi Hoca Rahmetullah da ders aldığı âlimler arasındadır...

Kısa zamanda ilim, irfan vadisinde hayli mesafe olan Fuzulî şiire olan kabiliyetiyle, tahsil ettiği ilimleri edebiyatın bu zorlu dalında işlemeye başladığında, devrinin bütün mühim ilimlerini kazanmış hüviyete sahip bulunmaktaydı... Ana lisanı Türkçe'den başka Arapça ve Farsça lisanını da elde etmiş ve lisan bilgisini mükemmel eserler verebilecek derecede ileri seviyeye ulaştırmıştır...

Fuzûlî'nin verdiği eserlerle şöhreti Irak ve İran'dan taşarak Osmanlı topraklarına kadar yayılmıştır. Kanunî Sultan Süleyman'ın 1534'te Bağdat'ı fethetmesi üzerine, bu şanlı padişaha herbiri parlak birer eser olan 5 ayrı kaside takdim etmiş, bu cihangir Osmanlı padişahını methederek fethini alkışlamıştır.

"Geldi burc-ı evliyaya Pâdişâh-ı nâmdâr" diyen Fuzulî, "Kasîde-i der tavsîf-i Bağdad ve medhi Sultan Süleyman" eserinin bu mısrayla aynı

zamanda Bağdad'ın fethi olan H.941 senesine tarih düşürmüştür.

Bağdad'ın fethinden sonra Osmanlı tâbiiyetine giren Fuzûlî'ye Kanunî Sultan Süleyman yakın alâka göstermiş ve maddî bakımdan oldukça fakir olan Fuzûli'ye vakıf gelirlerinden günde 9 akçalık bir tahsilat bağlatmıştır.

1556 yılında Kerbelâ'da vefat ettiğinde ismi 3 kıtaya yayılmış bir şöhrete sahip bulunmaktaydı...

Fikirleri-şahsiyeti

Aklî ve naklî bütün İslâm ilimlerinde geniş malumata sahip Fuzulî, istikrarlı bir İslâmî fikrî yapısı yanında, daha ziyade hissiyatıyla şöhret bulmuştur. O, Cenab-ı Hakkın Kâinatta görünen İlahî san'atı karşısında coşmuş, İlâhî aşkla şekil ve ifade bakımından mükemmel şiirler söylemiştir...

Hak âşığı Fuzulî, cismanî aşktan İlahî aşka yönelen Mecnun gibi kâinattaki bütün mahlukata karşı, Cenab-ı Hakk'ın kudretinin birer tecellileri olması sebebiyle, san'atların san'atkâr-ı hakikisine olan aşkını dile getirmiştir... Sahada Mecnun'u geçtiğini söyleyen Fuzulî şöyle demektedir.

Mende Mecnun'dan füzûn (fazla) âşıklık isti'dadı var.

Âşık-ı sâdık menem Mecnûn'un ancak adı var.

Fuzulî İlahî aşkın hasretlisidir. Aşk belasıyla tanışmak ve onunla arkadaş olmak istemekte ve bunun için Cenab-ı Hakka yalvarmaktadır.

"Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl aşna beni

Bir dem belâ-yı âşkdan etme cüda beni" der...

Gönlü aşk ateşiyle tutuşan Fuzûlî bu aşkı gizlemeye tahammül gösterememekte, güç yetirememekte ve bülbül gibi feryâd etmektedir.

"Şeb-i hicran yanar canım döker kan çeşm-i giryânım

Uyarır halkı efganım kara bahtım uyanmaz mı...

Fuzûli rind-i şeydâdır hemîşe (dâima) halka rüsvâdır

Sorun kim bu ne sevdadır bu sevdadan usanmaz mı"

Fuzûlî İlâhî aşkı açıklamasından kendisi de hoşnud değildir.

Şöyle der:

Ah ü feryadın Fuzûli incidübdür âlemi

Ger belâ-yı aşk ile hoşnûd isen gavgâ nedür"

der..

Fuzulî Münacaatlarıyla Cenab-ı Hakka yalvarırken, Na'tlarıyla da "Hatemü'l Enbiya'ya" karşı muhabbetini dile getirmektedir. En meşhur Naatlarından biri olan "Su Kasidesi"ndeki,

Yâ Habib-Allah Yâ Hayrel-beşer müştâkınem

Eyle kim leb-i teşneler yanub diled, hemvâre su

Sensin ol bahr-i keramet kim şeb-i mi'râcda

Şebnem-i feyzin yitürmüş sabit ü seyyare sû

beyitlerinde olduğu gibi yanık bir ifadeyle hislerini terennüm eder. Su kasidesinden birkaç beyit daha görelim dilerseniz:

Dest bûs-ı arzusuyla ölürsem dostlar

Göze ilk toprağım sunun ânınla yâre su

Serv-i serkeşlik kılur kamer-i niyazından meğer

Dâmenin duta ayağına düşe yalvâre su

Tıynet-i pâkine rûşen kılmış ehl-i âleme

İktida kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtara su

Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nur

Dönmez ol dergâhdan ger olsa pare pare su

Zikr-i nâ'tın virdini derman bilür ehl-i hata

Eyle kim def-i humar içün içer miyhvare su

Çeşme-i hurşidden her dem zilâl-ifeyz iner

Hacet olsa meraktan tecdid eden mîmâre su

Fuzulî san'atının kıymetini müdriktir.

"Yümn-i nd'tından güher olmuş Fuzûlî sözleri

Ebr-i nisandan dönen tek lü'lü-i şehvâre su"

demektedir.

Kasidenin sonunda maksadını ifade etmektedir:

Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrum olmıyam

Çeşme-i vasim verüben teşne-i didâre sû

Fuzulî düzgün ve muntazam şiirden hoşlanmakta ve san'atta mükemmelliği aramaktadır. Gençlik devrinde aradığı mükemmelliği yakaladığı andan itibaren Fuzûlî mahlasını kullanmağa başlamıştır. O, titiz bir emeğin mahsulü eserlerinin diğer şairlerin-kinden ayırt edilmesi için hiç kimsenin kullanmaya cesaret edemeyeceği bir mahlas seçmiştir. Fuzulî bu mahlası alırken aynı zamanda "fazl"ın çokluk şeklini de kastetmiştir. Yani, faziletlere sahip kimse mânasına Fuzulî'yi de kastetmiştir...

Ciddiyetli bir şahsiyete sahip olan Fuzulî aynı zamanda son derece tevazu sahibiydi. Eserlerindeki mükemmelliği anlayıp bunu açıklaması, övünmeden çok divan edebiyatı geleneğindendir...

Gazel, kaside ve mesnevilerinde fikirlerini mahir bir kuyumcu hassasiyetiyle beyitlere nakşeden Fuzulî, güzel söz ipliğine inci gibi kelimeler dizerek san'at pazarına çıkarmıştır.

O'nun şikayet ve tenkitleri bile san'atlıdır. Yazılış ve mâna yakınlığı olan kelimeleri ustalıkla kullanır.

Yanlışlık yapmayı alışkanlık haline getirmiş katipleri, şöyle tenkit eder:

Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrirün

Ki fesâd-i rakamı, sûr'umuzı (şenlik) sûr

(şamata) eyler

Gah bir harf sükutiyle kılur nâdir'i nâr

Gah bir nokta kusûrıyle göz'ü kör eyler

İslamî yazı göz önüne alındığında bu beyitlerde ifade edilmek istenen mâna daha iyi anlaşılacaktır...

Eserleri

Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilde de eser veren Fuzulinin eserlerini şu şekilde sıralayabiliriz.

Türkçe manzum eserleri: Divan, Beng ü Bade, Leylî vü Mecnûn, Kırk Hadis

Türkçe mensur eserleri: Hadîkatü's-Suadâ, Mektuplar

Arapça eserleri: Dîvan (manzum), Matlau'1-itikad (mensur)

Farsça manzum eserleri: Dîvan, Heft-câm (sâkinâme), Enîsü'1-kalb, Muammeyât

Farsça mensur eserleri: Rind ü zâhid, Hüsn ü Aşk





__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 June 2014, 13:26   Mesaj No:23

PESTEMAL

Papatyam Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:PESTEMAL isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Papatyam No : 145
Üyelik T.: 16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 3.815
Konular:
Beğenildi:
Beğendi:
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Ynt: Tarihimize Şan Verenler.

Edebiyat Âleminin parlak yıldızı
BÂKi

Bâki Osmanlı medeniyetinin bütün dünyayı ihtişam güneşiyle aydınlattığı 16.asırda yükselen Dâvudî bir sestir. Öyle bir ses ki, aradan dört asır geçmesine rağmen âhenginden ve gürlüğünden hiçbirşey kaybetmeden günümüze kadar ulaşmıştır. O bu kubbede hoş şada bırakarak ebediyete göçmüş büyüklerimizdendir. Şöyle der Bakî:
"Âvâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal

Baki kalan bu kubbede bir hoş şada imiş"

Bakî, hayatı boyunca gösterdiği gayretlerle gelecek nesillere örnek olmuştur.

1526 yılında İstanbul'da fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Bakî, fakirliğin çalışmaya ve yükselmeye mani bir hal olmadığını hayatıyla isbat etmiştir. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmed Efendidir. Babası küçük Mahmud Abdülbâki'yi ailedeki geçim sıkıntısı yüzünden saraç çıraklığına vermiştir. Fakat geleceğin Bâki'si ilim tahsili aşkını bir türlü kalbinden söküp atamamıştır. Bir müddet ailesinden gizli olarak Fatih medresesine devam etmiş ve hocalarının güzide talebesi olma başarısını göstermiştir. Daha sonra mesele anlaşılınca ailesi okumasına izin vermiş, Abdülbaki de yeni bir şevkle tahsiline devam etmiştir.

Devrin meşhur müderrislerinden Karamanlı Ahmed ve Mehmed Efendilerin ilminden istifade eden Baki, 1552'den itibaren de Süleymaniye Müderrisi Kadızâde Şemseddin Ahmed Efendi'nin derslerine başlamıştır.

Bir taraftan ilim tahsil ederken diğer taraftan da şiirle uğraşan Bakî, henüz 19 yaşındayken İstanbul'da genç şairler arasında şöhret kazanmış bulunmaktaydı. Öyle ki devrin ve edebiyatımızın meşhur şairlerinden Zatî, her fırsatta bu genç şairi övmektedir. Hatta Baki'nin bir şiirini genişleterek gazel haline getirmiş ve divanına almıştır. Bunu kınayanlara karşı şöyle diyordu Zatî:

"Bakî gibi bir şâirin şiirini almak ayıp değildir".

Kanunî Sultan Süleyman'ın hususi iltifatını da gören Bakî, Padişanla sık sık sohbet etme imkanını da bulmuş ve "Muhibbi" mahlasıyla şiirler yazan padişahın gazel ve kasidelerine nazireler yazmıştır.

Henüz hayattayken "Sultanüş'şuâra" sıfatına layık görülen Bakî, II.Selim ve III.Murad devirlerinde de büyük alâka görmüş ilim ve san'at adamıdır.

Tahsilini tamamladıktan sonra Devlet hizmetinde çeşitli kademelerde vazife yapmış olan Baki'nin, hayatının iniş ve çıkışlarla dolu bu safhasına kısaca göz atalım:

1555'te Halep kadılığına tayin olunan hocası Şemseddin Ahmed efendiyle birlikte Halep'e gitti ve 1559'da hocasıyla birlikte İstanbul'a döndü. 1561'de danişmend oldu. Daha sonra Silivri Pîri Paşa medresesine, oradan da Murad Paşa medresesine tayin oldu. 1569'da Mahmud Paşa, 1571'de Eyyub, 1573'de Sahn, 1575'de Süleymaniye müderrisliği yaptı.

Baki'nin müderrislikten sonra kadılık hayatı başlar. Sırasıyla Mekke, Medine, İstanbul kadılığına tayin edildi. 1585'te Anadolu, 1591'de de Rumeli Kazaskeri oldu.

1600 yılında İstanbul'da Hakkın rahmetine kavuşan Baki memuriyet hayatı boyunca da başarılı bir şekilde hizmet vermiştir.

San'atı ve şahsiyeti

Baki, sadece 16.Asrın değil bütün asırların mümtaz san'atkârları arasında yer almıştır. Geniş bir ilme ve ebedî kültüre sahip olan Bakî ince bir zevkle, hassasiyetle seçtiği kelimelerle nazmı mücevher gibi işlemiş ve nazım diline yeni bir ahenk, yeni bir akıcılık getirmiş, nazım tekniğini mükemmelleştirmiştir. Kusursuz bir şekil güzelliği taşıyan şiirleri aynı zamanda kulakta hoş tesirler bırakan cazip musikisiyle de edebiyatımızda ayrı bir yer tutmaktadır.

Bakî çok yazmaktan ziyade "iyi" yazmaya dikkat etmiş, san'ata saygı göstererek söylediğini mükemmel söylemek istemiştir. Şöyle diyordu Bakî:

"Çoğ olmaz bu tarza gazel Bâkiyâ

Güzel söz güherdür güher az olur."

Kibar, zarif tabiatlı Bakî, devrinde dilden dile dolaşan şiirleriyle, sadece İstanbul'da değil Anadolu'nun pek çok yerlerinde tanınıp seviliyordu. Fakat o "sultanu'ş-şuâra" tacı başına konulmasına rağmen asla tevazuu elden bırakmıyordu. O gururun insanları perişan eden nefis aldatması olduğunu biliyor ve bunu şöyle ifade ediyordu:

"Saltanat tacın giyen âlemde mağrur olmasun

Nice sultan börkin almışdur begüm bâd-ı hazan"

(Beyim! Bu dünyada saltanat tacı giyenler asla mağrur olmasın! Çünkü hazan rüzgarı nice sultan başlığını ve başını alıp götürmüştür.)

Tevazuu yanında ciddiyetin de insana mükemmellik kazandıran değerlerden olduğunu bilir ve bunu hayatına tatbik der.

Bakî şöyle demektedir:

Boş eğmezüz edâniye dünyâyı dûn içün

Allahadır tevekkülümüz itimâdımız

Biz müttekâyı zerkeş-i câhe dayanmazız

Hakkın kemâl-i lutfunadır istinadımız

Zühd ü salâha eylemezüz iltica hele

Tutdu eğerçi âlem-i kevn'i fesadımız

Minnet Hudâya devlet-i dünya fena bulur

Baki kalur sahife-i âlemde adımız"

Hakkın lutfuna dayanan ve sadece Hakka minnet etmeyi prensip edinen Baki bu prensibi yüzündendir ki hayatta muvaffak olmuştur.

Şair Baki'nin sanatının en güzel örneklerinden birisi de, Padişah'ın vefatı üzerine kaleme aldığı "Kanuni Sultan Süleyman Mersiyesi'dir. Mersiyenin en güzel kısımlarından olan altıncı bendinde şöyle demektedir Bakî:

Tiğın içürdi düşmene zahm-i zebanları

Bahs etmez oldı kimse kesildi lisanları

Gördi nihâl-i serv-i serefrâz-ı nîzeni

Serkeşlik adın anmadı bir dahi banları

Her kande bassa pâyı semendün nisâr içün

Hanlar yolunda cümle revân etdi kanlan

Deşt-i fenada mürg-i hevâ durmayub döner

Tigın Huda yolunda sebil etdi canları

Şemşir gibi rûyı zemine taraf taraf

Saldun demir kuşaklı cihan pehlivanları

Aldun hezâr bütgedeyi mescid eyledün

Nâkûs yerlerinde okutdun ezanları"

Eserleri

Baki'nin başlıca eserleri şunlardır:

Divan: Devrinde çok miktarda istinsah edilip Osmanlı topraklarına yayılmış olan divanında 4508 beyit bulunmaktadır.

Faza'il-cihad: Müslümanları cihada teşvik eden bu eseri, Ahmed b.İbrahim'in eserinden tercüme etmiştir.

Hadîs-i erbain tercümesi: Şihâbeddin Ahmet b.Hatib el Kastalani'nin eserini esas tutarak yazmış olduğu siyer-i nebi.

Fazâ'il-i Mekke: 16.Asır müelliflerinden Kutbeddin Muhammed b.Ahmed'in eserinin tercümesidir.

Vefatında cenaze namazı Fatih'te, şeyhülislam Sun'ullah Efendi tarafından kıldırılan Baki, sanki mümtaz insanların başına gelen akıbeti görür gibi söylediği şu beyt, yine şeyhülislam tarafından tabutunun başında okunmuştur:

"Kadrini seng-i musallada bilüp ey Bakî

Durup el bağlayalar kurşuna yaran saf saf

Kalabalık bir cemaatın iştirakiyle kılınan cenaze namazından sonra, Edirnekapı dışında, Eyüpsultana giden yol üstünde Lâliefendi çeşmesi yakınında bulunan mezarlığa defnedilmiştir.





__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 June 2014, 13:26   Mesaj No:24

PESTEMAL

Papatyam Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:PESTEMAL isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Papatyam No : 145
Üyelik T.: 16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 3.815
Konular:
Beğenildi:
Beğendi:
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Ynt: Tarihimize Şan Verenler.

Haçlı donanmalarının korkulu rüyası
TURGUT REİS

Avrupalılar 16. Asırda Dragut ismini duyduklarında korkudan titriyorlardı. Onlar, Trablusgarb fâtihi, Preveze ve Cerbe deniz muharebelerinin muzaffer amirali, Akdeniz'in hâkimi şanlı denizcimiz Turgut Reis'e Dragut ismini vermişlerdi.
Donanmasının başında Akdeniz'de görülmeye başladığında bütün Avrupalıları bir telaştır alıyordu. Gelen Turgut Reis'ti. Osmanlı Devleti'nin şanlı amirali, yenilmez denizci, Haçlı donanmalarının korkulu rüyası...

Osmanlı Devletine harp ilan eden İspanya'nın harp ve ticaret gemileri Akdeniz'de seyredemiyorlardı. Çünkü Turgut Ris, donanması ve şehadet kuşağını kuşatmış serdengeçti leventleriyle her an karşılarına çıkabilirdi.

Turgut Reis, Katalonya, Balear, Sardunya, Sicilya, Korsika, Güneybatı İtalya kıyılarını vuruyor, İslam düşmanlarının yüreklerine korku salıyordu.

Turgut Reis Akdeniz'i bir göl haline getiren şanlı bir devletin kahraman bir kaptanıydı. Mevki, makam, şöhret ve dünyalığa beş para ehemmiyet vermeyen, din için, devlet için, halkın huzuru için canla başla çalışan mütevazi, vakur bir yiğitti.

Cihadla dolu hayatı

Turgut Reis 1485 yılında Muğla'nın bir köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Veli isminde çobanlık yapan bir zattı. Turgut'un gözü daha küçük yaşından beri denizlerdeydi. O, hikayelerini dinlediği, küffâra denizlerde de aman vermemek için canlarını ortaya koyan leventlerin arasına karışmak istiyordu.

Henüz çocukluk çağlanndaki Turgut, levent olarak Osmanlıya ait kadırgalarda çalışmaya başlamıştır. Az zamanda gözü pekliği, zekası ve mahareti ile dikkatleri çekmiştir.

Oruç, daha sonra Barbaros Hayreddin Paşa Turgut Reis'i yanlarına aldılar. Hayreddin Paşa'nın yanında kaptan olarak bulunan Turgut Reis oldukça maceralı bu hayati da kendi açısından sıradan bulmuştur.

Zaptettiği Avrupa ülkelerine ait gemilerle güçlenen filosunu Batı ve Orta Akdeniz'de dolaştırıp İslam düşmanı devletlerin gemilerini avlamaya başlamıştır. Ancak, ihtiyaç halinde Cezayir'e gelerek Barbaros'un donanmasına katılmaktadır.

Bütün Akdeniz sahilleri Turgut Reis'in korkusuyla titremektedir. Hayreddin Paşa İstanbul'a gittiğinde Turgut Reis'i de beraberinde götürmüş, on dokuz amiralinden biri olarak Kanuni'ye takdim etmiş, Kanuni de kendisine Bahriye sancakbeyliği unvanıın vermiştir. Turgut Reis mevki ve makam sevdalısı değildi. Riya'dan, gösterişten, yapmacık hareketlerden nefret ederdi. Hakkı olsa bile istemek mizacına aykırıydı. Protokolden hoşlanmıyordu. O sedece hizmeti düşünüyordu, dinine, devletine, milletine hizmeti... Denizcilik tarihimizin bu şanlı kaptanı hayatı boyunca uğradığı haksızlıklara bu yüzden ehemmiyet vermemişti.

Barbaros'un vefatından sonra herkes onun Kaptan-ı Derya olacağını ümit ediyordu. Çünkü ondan daha layık bir kimse görülmüyordu. Fakat olmadı... Kendisi de istemedi...

Turgut Reis'in macera dolu hayatından bazı bölümlere göz gezdirelim:

Turgut Reis'in hayatında üç yıllık bir esaret devresi vardır. 1531 yıllarında Korsika'nın kuzey kıyısındaki Jiralana koyunda Salih Reis'le birlikte bulunurlarken Gianetino Doria kumandasında 80 parçalık donanma tarafından sarılır. Dövüşürler, fakat neticede Salih Reis'le birlikte esir düşerler. Üç yıl forsa olarak esir kalır.

En değerli arkadaşlarını düşman elinden kurtarmak için Cenova şehri önlerine gelen Barbaros, arkadaşları teslim edilmediği takdirde şehirde taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymayacağını söyler. Neticede Barbaros'un dediğini yapacağını ören Cenovalılar Turgut ve Salih Reisleri Barbaros'a teslim ederler.

Turgut Reis 28 Eylül 1538'de kazanılan Preveze Zaferinde mühim rol oynamıştır. Bu meşhur deniz muharebesinde Turgut Reis ihtiyat filosuna kumanda etmiştir. Kesin darbe vurulacağı zaman, düşmanın geri hatlarına sızarak kaçmak isteyen Haçlı gemilerini top ateşiyle batırmıştır. Turgut Reis'in hücumları kesin neticenin alınmasını sağlamıştır. Turgut Reis, Düşman gemilerini gece de takip etmiş ve yaralı düşman gemilerini zaptetmiştir.

Tarihimizin mühim zaferlerinden olan 5 Ağustos 1552'de kazanılan Fonza ve 14 Mayıs 1560'ta kazanılan Cerbe zaferi Turgut Reis'in ustaca kumandası ve kahramanlığıyla kazanılmıştır.

Turgut Reis'in üssü Tunus'un güneyindeki Cerbe adasıydı. Zamanla bütün Güney Tunus'u ele geçirmiştir. Sefere çıkan Turgut Reis İspanya ve İtalya'ya ait sahillerdeki yerleşim merkezlerini teker teker ele geçirmektedir. Perişan olan Haçlı dünyası bütün imkânlarını kullanarak Turgut Reis'i ele geçirmeye çalışmışlardır.

Güney İtalya ve Sicilya kıyılarını yakarak Cerbe adasına dönen Turgut Reis'i ele geçirmek isteyen Andrea Doria 150 Parçalık gemi ile yola çıkar. Turgut Reis'in adada 12 parçalık harp gemileri vardır. Diğer gemileri seferdedir.

Doria adayı kat kat çembere alarak kuşatır. Kendisine göre Tugut Reis'in kaçması imkânsızdır. Bu Cenevizli kumandan etrafa haber salarak İtalyan Asilzadelerinin gelmelerini, Turgut Reis'i ele geçirmesini seyretmelerini ister.

Çepeçevre kuşatılan Turgut Reis, Fatih'in İstanbul kuşatmasında yaptığını yapmak ister. Düşmanın aklının ucundan bile geçiremeyeceği bir harekete girişir. El-Kantara deresinin sonu ile Cerbe adasının arka kıyısı arasına, ormandan kestirttiği kerestelerle kızak döşetir. Bilahare üzerine bol yağ döktürdükten sonra yerli halkın da yardımıyla gemileri kızaklar üzerinden çektirerek Adanın güney kıyısına indirir.

Doria İtalya'dan gelecek seyirci asilzadeleri bekleyedursun Turgut Reis Akdeniz'e açılır ve yakalanışını seyretmeye gelen İtalyan ve İspanyol asilzadeleriyle dolu bir gemiyi esir alır. Durumu öğrenen Doria müthiş şaşınr. Bu hadiseden sonra Turgut Reis'in Avrupa'daki şöhreti daha da artmaya başlar.

Trablusgarb'ın fethi

Osmanlı hakimiyetinde bulunan Libya'nın iç kısımlara ile Bingazi'nin emniyeti için Trablusgarb kıyılarının ele geçirilmesi lüzumlu hale gelmişti. Trablusgarb kıyılan Saint-Jean şövalyelerinin elindeydi. Ve bu kısım Osmanlı donanmaları için de bir tehlike teşkil ediyordu.

Trablusgarb'ın ele geçirilmesine karar veren Kanuni, Donanmayı Hümâyûnun bu sefer için yola çıkmasını ister. Donanmaya Turgut Reis kumanda edecektir. Kaptan-ı Derya Sinan Paşa da donanmada bulunmaktadır.

Bahsettiğimiz gibi Turgut Reis mevki, makam peşinde değildi. Onun için hizmet esastı. Nitekim en layık kendisi olduğu halde Kaptan-ı Deryalık önce Sinan Paşa'ya ardından Piyale Paşa'ya verilmişti. Protokolden hoşlanmayan Turgut Reis'ten ürken bazı devlet adamları onun Kaptan-ı Derya olmaması için çalışmışlar ve bu hususta padişahı ikna etmişlerdi. Fakat Kanuni, gerek Sinan Paşa'ya gerekse Piyale Paşa'ya talimat vererek Turgut Reis'in dediklerine harfiyyen uymalarını istemiştir.

Yanında yetişen kaptanların yüksek makamlar alması, kendisine hâlâ bir makam verilmeyişi Turgut Reis'in umurunda değildi. Fakat Kanunî Trablusgarb fethedildiği takdirde Turgut Reis'i Beylerbeyi yapacağını söylemişti.

Trablusgarb Turgut Reis'in donanmayı maharetle idare etmesi sayesinde 15 Ağustos 1551'de fethedilir. Kaptan-ı Derya Sinan Paşa, Murad Ağa'yı Trablusgarb Beylerbeyi ilan eder. Devletine ve Devlet nizamı içerisinde işleyen hiyerarşiye bağlı olan Turgut Reis tek kelimeyle dahi olsun itiraz etmez.

Filosunu alarak Trablusgarb'tan ayrılır. Bir de bakar ki bütün Donanmayı Hümayun peşinde... Amiraller, Kaptan-ı Derya Sinan Paşa'yı karada bırakarak Turgut Reis'in peşine takılmışlardır. Turgut Reis amirallere bu hareketlerinin isyan demek olduğunu, geri dönmelerini söylediğinde onlar geri dönmeyeceklerini ve kendisinden başka Kaptan-ı Derya tanımayacaklarını söylerler. Sinan Paşa da Turgut Reis'e yalvararak gitmemesini rica etmektedir. Devletin menfaatini düşünen Turgut Reis gitmekten vazgeçer, amiraller de Turgut Reis'in kumandası altında İstanbul'a dönmeye razı olur.

Hayatında kendisi için Padişah'a bir defa bile müracaat etmemiş olan Turgut Reis sadece Padişah'ın sözünü yere düşürmemek için müracat ederek Kanuni'ye verdiği sözü hatırlatır. Kanunî Turgut Reis'i çok sevmektedir. 1556'da kendisini Trablusgarb Beylerbeyi olarak tayin eder. Turgut Reis şehadetine kadar bu vazifede kalır.

Beylerbeyi olduktan sonra Trablusgarb şehrini baştan başa imar ettirir, pek çok eserler yaptırır, camiler inşa ettirir.

Turgut Reis ilerlemiş yaşına rağmen seferden sefere koşmaktadır. 17 Ağustos 1553'te Korsika'yı fetheder. 1555 yılında da İtalyanlara ait Reggio şehrini zapteder.

Piyale paşa ile birlikte Fransa'yı İspanya'ya karşı koruma seferlerine çıkar. İspanya'nın tehdidi altında bulunan Fransa, Kanuni'ye elçi göndererek yalvarıp yakarmış, İspanya'ya karşı korunmalarını istemiştir. İspanya'nın nüfuzunun genişlemesini istemeyen Kanuni de Fransa'nın imdadına donanmayı göndermiştir.

Turgut Reis ve Piyale Paşa, 1557'de Bizerte limanını, 1558'de Balear adalarım fethederler. Yine birlikte Cerbe zaferini kazanırlar.

Malta Seferi ve Turgut Reis'in şehadeti

Saint-Jean şövalyelerinin elindeki Malta Akdeniz üzerinde Haçlı dünyasının bir kalesi olarak durmaktadır. Turgut Reis burası ele geçirilmedikçe Akdeniz'de rahatsız edilmeye devam edileceklerini görerek Divan-ı Hümayun'u Malta fethine zorlamaktadır. Kendisi de, 1540, 41, 44, 46, 47 ve 1551'de olmak üzere adaya altı sefer yapmış fakat çok muhkem olan kaleleri ve yalçın kayalıklar yüzünden adayı ele geçirememişti.

Divan-ı Hümayun netice'de Malta seferine karar vermişti. Mustafa Paşa kara ordularının, Piyale Paşa donanmanın başına getirilmiş ve l Nisan 1565'te İstanbul'dan uğurlanmıştır. Divan her iki Paşa'ya kesin talimatını vermiştir: "Zinhar Turgutça Paşa'nın reyine muhalefet etmeyiniz!"

19 Mayıs 1565'te Malta önlerine gelen Donanmayı Hümayun derhal adayı kuşatır. Mustafa Paşa, Piyale Paşa'nın muhalefetine ve Turgut Reis gelinceye kadar hiçbir harekette bulunmama teklifini ileri sürmesine rağmen karaya asker çıkartır ve muharebeye başlar. 2 Haziran 1565'te Malta önlerine gelen Turgut Reis Mustafa Paşa'nın hareketine kızar. Çünkü kendisi yıllardır bu adayı taş taş incelemiştir. Zayıf tarafın neresi olduğunu bilmektedir. Fakat yine de harp taktiği açısından başlanılan muhasaranın kaldırılmasını uygun görmez. Çünkü böyle bir hareket düşmana moral verecektir.

Turgut Reis 80 yaşında olmasına rağmen en ön saflarda hücum etmekte, getirdiği tekbirlerle, naralarla askerlere şevk vermektedir. 17 Haziran 1565 günü yine şiddetli bir muharebede en ön saflarda vuruşurken başına isabet eden bir şarapnel parçasıyla yaralanır. Ak sakalı kana bulanın Bilahare de son nefesini vererek şehadet şerbetini içer.

Yalnız bizim tarihimizin değil, bütün dünya tarihinin şahit olduğu eşsiz amirallerden olan Turgut Reis, Trablusgarb'a götürülerek oraya defnedilmiştir. Şimdi aynı yerde türbesinde yatmaktadır. Malta'da Turgut Reis'in şehit düştüğü yere hâlâ Pointe Dragut, yani Turgut Burnu denilmektedir.





__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 June 2014, 13:27   Mesaj No:25

PESTEMAL

Papatyam Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:PESTEMAL isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Papatyam No : 145
Üyelik T.: 16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 3.815
Konular:
Beğenildi:
Beğendi:
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Ynt: Tarihimize Şan Verenler.

Şanlı Denizci değerli ilim adamı
PÎRİ REİS


Pîri Reis, Devletin bayrağını denizlerde şerefle dalgalandırmış denizci olması yanında, denizcilik ilmiyle bütün dünyanın takdirini kazanmış değerli bir âlimimizdir. Yaptığı Dünya ve Amerika haritasıyla, yazdığı eserleriyle, asırlar boyu ilim alemince takdirle yâdedilmiştir.
Asıl ismi Ahmed Muhiddin olan Pîrî Reis, 1465'te Gelibolu'da doğmuştur. Babası Hacı Mehmed Efendi'nin nezaretinde tanınmış hocalardan ders gören Ahmed Muhiddin 11 yaşında dayısı Kemal Reis'in yanında çırak denizci olarak denizlere açılmıştır. Pîri Reis'in ölünceye kadar devam edecek denizcilik hayatı böylece çocukluk çağında başlamıştır. O hem denizlerde harp edecek, hem de ilim tahsil ederek kendisini yetiştirecektir...

Kemal Reisle Birlikte Akdeniz ve Ege'de dolaşarak düşmana aman vermeyen Piri Reis, Osmanlı Devleti'nin hizmetine girerek bu şanlı Devletin bayrağını denizlerde şerefle dalgalandırmıştır.

Pîrî Reis, Endülüs'teki Müslümanların İspanyollarca katledilmesi üzerine Kemal Reisle birlikte Endülüs Müslümanlarının yardımına koşmuş, 1486'da İspanya sahillerinden gemilerine bindirdikleri müslümanları Afrika'ya taşımıştır. Bu hizmetleri altı sene devam etmiştir.

II.Bayezit'ın daveti üzerine dayısıyla birlikte İstanbul'a giden Pîrî Reis'e padişah, Amirallik rütbesi vermiştir.

Pîri Reis dayısıyla birlikte 1498'de başlayıp 1502'ye kadar devam eden Osmanlı-Venedik harbine de katılmıştır.

Pîrî Reis, dayısıyla birlikte Sicilya, Korsika, Sardunya ve Fransa kıyılarına yapılan akınlara iştirak etmiştir. 1500'de Modon kalesinin denizden kuşatılmasında "Reis" unvanıyla harp gemisine kumandanlık etmiştir.

Kemal Reis'in 1511'de vefatı üzerine Barbaros'un idaresi altındaki donanmada vazife olan Pîri Reis, bu namlı denizcinin pek çok seferine iştirak etmiştir.

Pîrî Reis 1516 ve 1517'de Suriye ve Mısır'ın Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilişi harekatına donanmasıyla katılarak değerli hizmetlerde bulunmuştur. Pîri Reis haritalarını Yavuz Kahire'de iken padişah'a takdim etmiş ve çok takdir görmüştür.

Mısır seferinden sonra Gelibolu'ya dönerek hayatını ilme veren Pîrî Ris, Kanuni devrinde Rodos seferine katılmıştır.

Tamamladığı değerli eseri "Kitab-ı Bahriye"yi 1527'de Sadrazam İbrahim Paşa vasıtasıyla Kanuni'ye takdim eden Pîrî Reis, ilme âşık padişah tarafından mükafatlandırılmış ve teşvik görmüştür.

Kanunî tarafından 1547'de Hind (Mısır) kaptanı Deryalığına atanan Pîri Reis bu vazifesinde devlete büyük hizmetlerde bulunmuştur.

Bu vazifede iken 1551'de Aden'i fethetmiş, Maskat kalesini ele geçirmiştir.

Basra'da iken Portekiz donanmalarının Basra Körfezine gireceğini haber alınca üç kadırga ile denize açılmış fakat gemilerinden birisi Bahreyn adaları yakınında parçalanarak batmıştır. Pîri Reis'in bu geri çekilişi ve Basra'daki donanmayı amiralsiz bırakılişi onu çekemeyenlerin elinde iyi bir koz olmuştur. Mısır Valisi tarafından aleyhine bir raporla Kanuni'ye şikayet edilmiş ve bu şikayet üzerine, donanmayı düşman tecavüzü karşısında müdafaasız bırakıp vazifeyi yerine getiremeyerek devlet otoritesine gölge düşmesine yol açmaktan dolayı Kanuni'nin emriyle Mısır Divanında 1554'te boynu vurulmuştur...

Hayatını devlet hizmetine ve ilme adayan Pîrî Reis 16.Asrın en büyük coğrafya âlimidir. İtalyanca, İspanyolca, Rumca ve Portekizce bilen Piri Reis bu dillerdeki coğrafyaya dair eserleri araştırmıştır.

Başlıca eserleri şunlardır:

Kitab-ı Bahriye: 858 büyük sayfa tutan denizciliğe ait bu değerli eserinde 223 harita bulunmaktadır. Piri Reis bu eserinde Akdeniz'i kayalarına ve akıntılarına varıncaya kadar en ufak ayrıntıları haritalar vasıtasıyla göstermiştir. Kitabın 78 sayfası da nazım şeklinde kaleme alınmıştır.

1513'te yaptığı Amerika ve Dünya haritası dünyadaki ilim adamlarınca hayretle ve takdirle karşılanmıştır. Çünkü Pîri Reis asırlar öncesinin sınırlı imkanlarına rağmen haritayı hayret verici doğrulukta çizmiştir. Bu haritasıyla Pîri Reis coğrafya ilminde Avrupalılardan çok üstün olduğunu isbat etmiştir.

1528'de yaptığı, Atlas Denizinin kuzeyini, Amerika'nın kuzey sahilini ve Grönland'dan Florida yarımadasına kadarki sahili gösteren haritası da çok değerlidir.

Pîrî Reis, Avrupalılar henüz Ortaçağın karanlıklarında yuvarlanırken, Galilei'yi "Dünya Dönüyor" dediği için 1633 tarihinde Engizisyon Mahkemesine çıkarıp başını uçurmak isterlerken, dünyanın yuvarlak olduğunu söylüyor, dünya haritası yapıyordu. Amerika kıtasının keşfinin üzerinden çeyrek asır geçmeden Amerika'nın haritasını yapıyordu.

Piri Reis'in dünyanın yuvarlık olduğunu söylediği yıllarda Macellan'ın henüz dünya turuna çıkmadığı (dünya turu 20 Eylül 1519'da başlamış ve Macellan'ın kaptanları tarafından 6 Eylül 1522'de tamamlanmıştır) hatırlanırsa, Pîrî Reis'in coğrafya ilmi bakımından Avrupalılardan ne kadar ileride olduğu açıkça görülür.

Kendi değerlerimize sahip çıktığımızda ilimde ve fende Avrupalıları fersah fersah geçeceğimizin delillerinden birisi de Pîrî Reis'dir.





__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 June 2014, 13:27   Mesaj No:26

PESTEMAL

Papatyam Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:PESTEMAL isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Papatyam No : 145
Üyelik T.: 16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 3.815
Konular:
Beğenildi:
Beğendi:
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Ynt: Tarihimize Şan Verenler.

Kanije müdafaası kahramanı
TİRYAKİ HASAN PAŞA

Tiryaki Hasan Paşa, bereketli ömründe kazandığı zaferlerle, idare ettiği savaşlarda gösterdiği orijinal harp taktikleri ve ordusunu sevk ve idare edişiyle dünya askerlik tarihinin en şanlı kumandanları arasında yer alan büyüğümüzdür.
Hayatını "İ'la-yı kelimetullah"a adamış olan Hasan Paşa, bu mukaddes ideal uğruna katıldığı mücadelelerden her zaman galib ayrılmıştır. Düşman kuvvetleriyle mücadelede, maddî kuvvetten ziyade manevî kuvvetin ehemmiyetini ve inanç yönünden kuvvetli kişilerin koca ordulara karşı çıkıp onları perişan edebileceklerini bizzat göstermiş ve bu hakikati gelecek nesillerin nazarlarına sunmuştur.

Yaklaşık olarak 1521 yıllarında dünyaya gelen Hasan Paşa, genç yaşta Enderun'a girmiş ve saray okulunda iken kabiliyeti ve zekası ile dikkati çekmiştir.

Enderun'daki tahsilini ikmal eden Hasan Paşa 1574'ten itibaren bir müddet sarayda Sultan III. Murad'ın yanında hizmet vermiştir. Ardından Macaristan'da bir hudut sancağı olan Zigetvar'da yirmi sene beylik yapmıştır. Harikulade cesareti, mertliği, kahramanlığı ve dindarlığı ile tanınmış ve devrin idarecilerince her zaman takdirle hatırlanmıştır.

1594'te Bosna Beylerbeyi olan Hasan Paşa buradan da kendi arzusu üzerine Kanije Kalesi komutanlığına getirilmiştir. Bu vazifede iken, kale, büyük düşman kuvvetlerince kuşatılmış ve bu muhasara esnasında gösterdiği kahramanlıkla tarihimize şan vermiştir.

Hasan Paşa'yı yakından tanımak için Kanije kuşatmasına ve bu kuşatma esnasında yapılan müdafaaya göz atmak lazımdır.

Kanije müdafaası

Müstakbel Almanya imparatoru Arşidük Ferdinand yüz bin kişilik ordusuyla Kanije önlerine gelmiştir. Ordusunda Almanlardan başka İtalyan, Papalık, İspanyol, Malta ve Fransız birlikleri de vardı. Bu ordu, yeni bir haçlı ordusuydu adetâ... Ayrıca orduda 47 ağır top vardı.

Bu kuvvetlerin karşısında; Kanije Beylerbeyisi Tiryaki Hasan Paşa kumandasındaki dokuz bin asker ve yüz küçük kale topu ile kalplere sığmayan coşkun bir iman vardı.

9 Eylül 1601'de Kanije Kalesini kuşatan haçlı ordusu 2 ay 8 gün devam edecek kuşatma müddetince kaleye günde bin ilâ iki bin gülle yağdıracaktı.

Kuşatma cereyan ederken Hasan Paşa, Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa'dan yardım istemiş, ancak Sadrazamın gelme ihtimalinin olmadığını öğrenmiştir. Bu durum karşısında asla metanetini bozmamış, güya sadrazamdan geliyormuş gibi, kendi yazdırdığı bir mektubu kale ahalisinin önünde okutmuştur.

Yine Sadrazam'a hitaben yazdığı mektupların kasten düşmanın eline geçmesini temin etmiş, bu mektuplardaki, kalenin durumunun çok iyi olduğunu ve sadrazamın gelmesine lüzum olmadığını bildiren mesajlarıyla dşümanın moralini bozmuştur.

Kalede barutun bitmesi üzerine Uzun Ahmed isimli yeniçeri baruthane kurarak barut imal etmeğe başlamıştır.

Kalede yiyecek sıkıntısı çekilmesine rağmen yakalanan düşman esirleri yağla, balla beslenmiş ve bunların kaçmasına göz yumularak gördüklerini anlatmaları temin edilmiştir.

Zaman zaman yapılan huruç hareketleriyle düşmanın gözü yıldınlmıştır.

Hasan Paşa atın üzerinde dik durmak için kendisini urganla üzengiye bağlatmış ve en önde hücum ederek düşmanı perişan etmiştir.

Devamlı yaptığı konuşmalarla askerin moralini takviye ederek şevk içerisinde olmalarını temin etmiştir. Hasan Paşa'nın Allah uğruna şehid olmanın faziletini anlatmasından sonra askerler şehadet şerbetini içmek için büyük bir azimle düşman saflarına dalmaktan çekinmemişlerdir.

"Paşam!.. Gazilik mi iyidir, yoksa şehitlik mi?" diyen askere şu cevabı vermiştir. "Cenab-ı Hak şehitliği kime dilerse ona verir. Gaza ise hepimize farzdır. Yani Allah'ın kati bir emridir."

Bu cevabı alan asker, kendisiyle birlikte savaşa katılıp şehid olmayı arzuladığını söyleyince Hasan Paşa, "Sen burada oturacaksın, emrime itaat edip gazi olacaksın! Şehid, belki ben olurum. İtiraz istemem." demiş ve hususi olarak vazifelendirdiği Yeniçeriyi kalede bırakarak kendisi yalınkılıç düşman saflarına dalmıştır.

Seksenlik komutanlarının cesaretini, kararlılığını gören gaziler coşuyor, birbirleriyle fedakarlık ve kahramanlık yarışına girişiyorlardı. Atılan güllelerden kalenin bedeni delik deşik olmuştu. Bu delikler geceleri sabahlara kadar çalışılarak sepet parçaları, yırtık elbiseler ve bulabildikleri diğer eşyalarla tıkanıyordu.

Kış bastırınca kaledekilerin durumu daha da vahim hal almıştı. Artık dayanmak imkansız hale gelmişti. Bu durum karşısında Hasan Paşa diğer komutanlarıyla istişare ederek umumî bir taarruza karar verdi. 17 Kasım 1601'de Mehteran. cenk havasını vurmaya başlamıştı. Kaledeki serdengeçtiler tekbir getiriyorlardı. İşte bu coşkunluk içerisinde Gazi Kara Ömer Ağa 800 yiğitle kaleden çıkmış ve yıldırım gibi düşman içerisine dalmıştı. Bu beklenmedik saldın hareketi üzerine düşman paniğe kapılmıştır. Onlar Sadrazamın ordusunun geldiğini zannediyorlardı. Hasan Paşa ise kaledeki bütün topları son bir defa ateşletiyor ve güya Sadrazamı selamlıyordu. Düşman ordugâhı karışmıştı ve panik başlamıştı. Gazilerin "Allah Allah" sadalan yeri göğü tutuyordu.

İlk hamlede düşmanın bütün ağırlıkları, yiyecekleri, cephaneleri ele geçirilmişti. Düşman 18 bin ölü vererek darmadağınık vaziyette kaçışmaya başlamıştı. Bunun üzerine üç bin yeniçeri düşmanı takibe başlamış ve 18 Kasım günü de 30 bin düşman imha edilmişti. Başkumandan Arşidük Ferdinand ve çok az askeri canını zor kurtarmıştı. Düşmanın 47 büyük kuşatma topu, 14 bin tüfek, 60 bin çadır, 14 bin kazma ve kürek, binlerce araba dolusu yiyeceği ele geçirilmişti. Aynca Ferdinand'ın altın tahtı ve otağı da zaptedilmişti. Muazzam bir zafer kazanılmıştı.

Hasan Paşa Ferdinand'ın çadınna girmiş ve böylesine bir zaferi kendisine nasib ettiği için şükür secdesine kapanmış ve iki rekat namaz kılmıştır. Daha sonra yanındakilere dönerek şöyle demiştir: "Bu kadar âciz olduğumuz halde böyle apaçık bir fethin bize nasib olması sadece Cenâb-ı Hakkın yardımı ve Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerinin mâcizesi bereketiyledir. Tam bir samimiyetle çalışılır ve benim gibi âciz bir ihtiyar da olsa kumandana tam bir itaatla bağlanılırsa Cenab-ı Hak Müslümanlardan yardımı hiç bir zaman esirgemez."

Hasan Paşa, Zaferin ardından bütün ganimeti gaziler arasında pay eder, kendisi hiçbir şey almaz. Yakın arkadaşı olan Şair Faizî'nin tarifiyle, "son derece cesaretli, o derecede yumuşak huylu, o derece güzel ahlaka sahip ve alçak gönüllü bir kişi" olan Hasan Paşa'nın dünya malında gözü yoktu. Öyle ki büyük fedakarlık gösteren Ömer Ağa'ya kendi sorumluluğunda olan Peç sancak beyliğini vermiştir.

Zafer duyulunca İstanbul'da bütün evlerde şenlikler yapılmaya başlanmıştır. Zafer üzerine Sultan III.Mehmed Hasan Paşaya bizzat kendisinin yazdığı bir mektup göndererek paşayı tebrik etmiş, mükafat olarak; üç hil'at, murassa bir kılıç ve üç tane at göndermiş, ayrıca vezirlik rütbesi verilmiştir. Bütün bunlar karşısında, son derece tevazu sahibi olan Hasan Paşa sevinmemiş, bilakis üzüntüsünden göz yaşı dökmüştür. Sebebi sorulduğunda şöyle demiştir şanlı kumandan:

"Kanije'de ettiğimiz küçük bir hizmete karşılık bize vezirlik vermişler ve "Hatt-ı Hümayun" göndermişler. Halbuki, Kanun! Sultan Süleyman, Makbul İbrahim Paşa'y ı tam bir yetkiyle kendi yerine vekil tayin ettiği zaman bile O'nun eline bu kadar iltifatlar ihtiva eden bir mektup vermemişti. Rahmetli Piyale Paşa, Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin damadı olduğu ve deniz muharebelerinde bütün Hıristiyan hükümdarlarının donanmalarına galip geldiği ve Sakız Adas'nın fethi gibi nice muvaffakiyetler elde ettiği halde kendisine vezirlik çok görülmüştü. İslâm Halifesi'nin Hatt-ı Hümâyûnu Kanije muhasarası gibi küçük bir hizmete mükafat olmaya başladı. Devletin vezirliği, benim gibi kocamış kimselere kaldı. Buna üzülmeyeyim de neye üzüleyim!"

Yüz bin kişilik düşman ordusunu perişan etmeyi gözünde büyütmeyip Devletin en mühim makamına nefsini layık görmeyen ve otoriteye bağlı, Devletin şahsı manevisini üstün tutmak için azami gayret gösteren bir şahsiyet... Hasan Paşa misalim görünce Osmanlı Devletinin altı asır yaşamasının sırrını anlıyor insan.

Kanije'nın şanlı serdarını son nefesine kadar din uğruna, Devlet uğruna gayret gösterirken görmekteyiz.

Kanije'den sonra Bosna'ya oradan Budin valiliğine gönderilmiş, daha sonra Beylerbeyi olmuştur.

Devlete başkaldıran Celali eşkıyalarından Canbolatla oğlunun isyanını bastırmıştır. Ayaklanmayı bastırdıktan sonra 1608'de tekrar Budin valiliğine dönmüş ve bu vazifede iken 1611'de vefat etmiştir.





__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 June 2014, 13:28   Mesaj No:27

PESTEMAL

Papatyam Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:PESTEMAL isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Papatyam No : 145
Üyelik T.: 16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 3.815
Konular:
Beğenildi:
Beğendi:
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Ynt: Tarihimize Şan Verenler.

Bağdat ve Revan'ın fethinde büyük kahramanlık gösteren sadrazam
KEMANKEŞ MUSTAFA PAŞA

Şimdiki Çarşıkapı otobüs durağının olduğu yerde büyük bir kahraman yatmaktaymış. "Yatmaktaymış" diyoruz, çünkü göründüğü gibi şimdi orada mezar yok. Medrese de yok. Koca türbe de yok. "Nereye gider koca türbe?" demeyiniz sakın! Hicranlı yüreklere hançer vurmuş olursunuz. Evet, nice büyüklerinki gibi, Kemankeş Mustafa Paşa'nın da türbesi yok edilmiş malesef...
Meydan açılacak. Planı yapanlar bakmışlar ki orada koca binalar var. Kimdir, necidir, demeden vurmuşlar kazmayı binanın temeline ve iki katlı mâmur medreseyi ve Mustafa Paşa'nın türbesini yerle bir etmişler. Ve orayı meydan yapmışlar.

Kemankeş Mustafa Paşa'nın mezarını ararken öğrendik bu acı hakikati. Tarihî kaynaklar, Kemankeş Mustafa Paşa'nın Bayezid Camii ile Çorlulu Ali Paşa Camii arasındaki kendi medresesi yanında bulunan türbesine defnedildiğini yazmaktadır. Fakat bahsedilen yerde öyle bir türbe yoktur. "Çünkü Mustafa Paşa'nın türbesi şimdiki Çarşıkapı otobüs durağının bulunduğu yerdeymiş. Yanında da iki katlı güzel bir bina olan medresesi varmış. Yol yapılırken türbe ve medrese yıkılmış. Böylece hiçbir iz kalmamış ve bu iki eser de yok olup gitmiş.

Kendisine türbesinde haşir sabahında uyanmak üzere yatması bile çok görülen Mustafa Paşa kimdi? Cevabını, bazılarınca yıkılmak, yakılmak ve unutturulmak istenilen tarihimizin mazi aynasına bakarak alıyoruz.

Mustafa Paşa 1592'de Arnavutluk'ta dünyaya gelmiştir. Genç yaşında yeniçeri ocağına intisab ederek savaşlara katılmıştır. Gayreti, çalışkanlığı ve maharetiyle dikkatleri çekmiştir. Ok atmadaki ustalığından dolayı "Kemankeş" denilmiştir. Herkes tarafından sevilip takdir edilen Kemankeş Kara Mustafa süratle terfi etmeye başlamıştır. 1634'te Sekbanbaşı olmuş, IV.Murad'ın Leh seferi dolayısiyle Edirne'ye gidişgelişinde yanında bulunmuştur. Padişah, yakından tanıdığı Kemankeşi çok takdir etmiş ve Revan seferinin .hazırlıkları devam ederken, 23 Mart 1635'te Yeniçeri Ağası yapmıştır.

Böylece mühim bir vazifeyle Revan seferine iştirak eden Kemankeş Mustafa Paşa, Revan'ın muhasarası esnasında büyük kahramanlık göstermiştir. Askerlerin önünde vuruşarak onlara moral vermiş ve Revan'ın fethinde büyük rol oynamıştır.

Aynı şekilde Bağdad'ın kuşatılması ve fethinde de Kemankeş Mustafa Paşa'nın büyük fedakarlıkları görülmüştür. Sultan IV.Murad, Sadrazam Tayyar Mehmed Paşa'nın Bağdad muhasarası esnasında şehid olması üzerine Kemankeş Mustafa Paşa'yı sadrazam yapmıştır.

Bağdat'ın fethinden sonra padişah İstanbul'a dönmüş, Mustafa Paşa Bağdat kalesini tamir ettirip, şehrin idaresini yoluna koyduktan sonra İran içlerine doğru yürümüş ve nihayet, 17 Mayıs 1639'da Kasr-ı Şirin'de Safevilerle Osmanlı Devletinin lehine olan bir anlaşma imzalamıştır.

Kemankeş Mustafa Paşa, Sultan IV.Murad'ın vefatından sonra tahta geçen Sultan İbrahim zamanında da sadrazam olarak vazifesine devam etmiştir.

Memleketin ve milletin bütün meseleleriyle uğraşmaya hayatını adayan Mustafa Paşa, milletin maruz kaldığı musibetlerden büyük üzüntü duymakta ve bizzat uğraşarak yaraları sarmaya çalışmaktadır. Nitekim, Nisan 1640'da Galata'da yangın çıktığını haber alınca yangın mahalline koşmuş ve yangını söndürmek, alevler arasında kalanlara yardım etmek için hayatını hiçe sayarak yangının içine dalmış, yardıma muhtaç insanların kurtulmalarına vesile olmuştur. Fakat bu yangındaki çalışmaları esnasında kendisinin de yüzü yanmıştır.

Anadoludaki zorbaların hadlerini bildiren, isyanları bastıran Kemankeş Mustafa Paşa daha sonra büyük bir gayretle Devletin malî meselelerini ele almış ve ilk planda devletin dış borçlarını ödemeye uğraşmıştır. Almış olduğu tedbirlerle vergilerin muntazam toplanmasını temin etmiş, bozuk akçe yerine yeni sikke kestirerek paranın değerini arttırmıştır.

Alım ve satım fiyatlarını kontrol altında bulundurmuş, tüccar ve esnafa sağlam para verildiğinden, piyasada bolluk ve ucuzluk temin edilmiştir.

Kemankeş Mustafa Paşa'nın gayretleri kısa zamanda karşılığını vermiş ve devletin geliri masrafı karşılar duruma gelmiştir. Hatta büyük meblağlar da devlet hazinesine kâr kalmıştır.

Durup dinlenmeden çalışan Mustafa Paşa'nın gayretleri neticesinde memlekette bir huzur, refah ve bolluk devri yaşanmış, devlet idaresi düzene girmiş, devletin itibarı gittikçe artarak eski haşmetli dönemlere benzer bir devir açılmıştır. Fakat ne yazık ki, Erbab-ı kemali çekemeyen, kötü karakterli kişiler Kemankeş Mustafa Paşa aleyhinde entrikalar çevirmeye başlamışlar, neticede de emellerine ulaşmışlardır.

Bu değerli devlet adamı 22 Şubat 1644'te padişaha suçsuz olduğunu ve aleyhine hile dolapları çevrildiğini anlatmışsa da bir türlü dinletememiş ve üzüntü içerisinde evine geldikten sonra evinin kuşatıldığını görmüş, bunun üzerine bostancılarla vuruşmaya başlamış, fakat yakalanarak eli kolu bağlı olarak Cellat Kara Ali'ye teslim edilmiştir. Kara Ali de Kemankeş Mustafa Paşa'yı Hocapaşa çarşısında Sebilhane önünde boğmuştur. Cenazesi kendi medresesi yanındaki türbesine defnedilmiştir.

Kemankeş Mustafa Paşa, büyük bir devlet adamı ve hayırsever bir zattır. Muhtelif yerlerde camiler, medreseler, çeşmeler, hanlar yaptırmıştır. Ka'be'nin su yolunu genişletmiş ve her sene Haremeyn fakirlerine 2500 sikke göndermiştir.

Bu büyük devlet adamı vefatından sonra unutulmamış ve değerli edibler, âlimler eserlerini kendisine ithaf etmişlerdir. Kardeşi, mevlevi şairlerinden Osman Dede "Gülşen-i İrfan" isimli eserim, Kara Çelebi-zâde Abdül'aziz Efendi "Zafernâme" sini ve Serezli Şeyh Habib Efendi Zade Abdurrahman Efendi, "Nahlistân-ı Tarab fi mahâsîn-i arzi'1-Arab" isimli Mısır tarihini Mustafa Paşa'ya ithaf etmişlerdir.

Türbesi yıkılsa da mezan yok edilse de Kemankeş Mustafa Paşa ve emsali büyükler gönüllerde yaşamaya devam edeceklerdir.





__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 June 2014, 13:28   Mesaj No:28

PESTEMAL

Papatyam Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:PESTEMAL isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Papatyam No : 145
Üyelik T.: 16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 3.815
Konular:
Beğenildi:
Beğendi:
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Ynt: Tarihimize Şan Verenler.

İlk uçan ilim adamı
HEZARFEN AHMED ÇELEBİ





Günümüzde ilim ve teknikte ilerlemiş ülkelerin muhtelif gayelerle uzaya araçlar göndermelerine şahit olunca, ilk füzeyi bularak bizzat tecrübe eden Lagari Hasan Çelebi'yi ve kanat vasıtasıyla havada uçmaya muvaffak olan Hezarfen Ahmed Çelebi'yi hatırlamadan edemiyoruz.

Hezarfen Ahmet Çelebi'nin yaklaşık olarak üçyüz sene önce yaptığı tecrübe; yıllardan beri "eller aya biz yaya" tekerlemesini söyleyerek kendi değerlerini küçümseyen mazisinden habersizlerin yüzüne inen hakikat tokatlarıdır...

Avrupalıların, insanın uçabileceğini hayallerinden bile geçiremedikleri zamanda Hezarfen Çelebi uçmaya muvaffak olmuştur.

17.Asırda yaşamış bu değerli ilim adamımızın hayatı hakkında geniş bir malumat yoktur. IV.Murad zamanında yaşadığını ve meşhur tecrübesini IV.Murad'ın da seyrettiğini bilmekteyiz.

Muhtelif ilimlerde inkişaf etmiş olan Ahmed Çelebi halk tarafından "bin fenli" mânâsına gelen "Hezarfen" lakabıyla tanınmaktaydı.

Ahmed Çelebi kendisinden önce yaşamış olan İsmail Cevheri gibi uçmaya merak salmıştı.

Türkistan'ın Farab şehrinde doğan İsmail Cevheri, kollarına bağladığı iki düz satıhla Nişabur camiinin minaresinden aşağı atlayarak uçmayı, denemiş, fakat muvaffak olamamıştı. Bazı tarihçilere göre bu tecrübe esnasında hızla yere düşerek vefat etmişti.

Ahmed Çelebi uçmayı inceden inceye hesap yaptıktan sonra denemiştir. Ahmed Çelebi araştırma ve tecrübelerine önce evinde başlamıştır. Ardından Okmeydanında yüksekçe yerlerden kartal kanatlarıyla rüzgarlı havalarda atlayarak tecrübelerde bulunmuştur.

Yaptığı bütün tecrübelerde müsbet neticeler elde eden Hezarfen Ahmet Çelebi nihayet büyük tecrübeyi yapmaya karar verir.

Balmumu ve kartal kanatlarından yaptığı kanatlan kullanarak Galata kulesinden atlayacak ve bir müddet uçtuktan sonra yere inecektir.

Tecrübeyi merak eden Padişah Sultan Murad da bu uçuşu seyredecektir. Kararlaştırılan lodoslu bir günde Galata kulesinin en tepe noktasına çıkan Ahmed Çelebi "Ya Allah" diyerek kendisini boşluğa bırakmış ve yapma kanatlarını çırpmaya başlamıştır. Hayret dolu bakışlar arasında uçmaya başlayan

Ahmed Çelebi Üsküdar'daki Doğancılar meydanına sağ salim inmeğe muvaffak olmuştur.

IV.Murad bu muvaffakiyetinden dolayı Ahmet Çelebi'yi mükafatlandırmış, fakat bilahere bazı devlet ricalinin müdahalesiyle Cezayir'e sürmüştür. Hasan Çelebi'nin tecrübeleri ilk uzay çalışmalarını Müslüman Türklerin başlattıklarını gösteren müşahhas delillerdendir.

Legari Hasan Çelebi de yine IV. Murad zamanında tarihte ilk defa füzeyle uçan adam unvanını kazanan tecrübeyi yapmıştır.

Hasan Çelebi kendi icadı olan, elli okkalık barut macunu ile dolu, yedi kollu bir fişeği vücuduna bağlatmış ve bu fişekleri yardımcılarına ateşlettirmiştir. Fişekleri ateşlettirmeden evvel Sinan Paşa köşkünde kendisini seyreden IV.Murad'a dönerek, "Padişahım, İsa Nebiyle konuşmaya gidiyorum. Sizi Allaha ısmarladım" diye latife etmiştir. Fişeklerin ateşlenmesi üzerine süratle gökyüzüne doğru fırlayan Hasan Çelebi barutların bitmesi üzerine kollarına taktığı kanatlan açmış ve Sinanpaşa köşkü önünde denize salimen inmiştir.

IV.Murad bu muvaffakiyeti için Hasan Çelebiyi mükafatlandırmış ve onu sipahi sınıfına kaydettirmiştir.

Legari Hasan Çelebi ve Hezarfen Ahmet Çelebi gibi ilim adamlarımız, bu çalışmalarıyla, devekuşu misali başını kuma gömerek mazisine ısrarla sırt çevirenlere asırlar ötesinden âdeta şöyle haykırmaktadırlar:

"Bu tecrübeleri devam ettirseydiniz, dünyanın zevkine sefasına kapılmasaydınız, sizler de pekâla ay'a gidebilirdiniz."





__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 June 2014, 13:29   Mesaj No:29

PESTEMAL

Papatyam Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:PESTEMAL isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Papatyam No : 145
Üyelik T.: 16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 3.815
Konular:
Beğenildi:
Beğendi:
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Ynt: Tarihimize Şan Verenler.

Ömrünü ilme vakfeden değerli âlim
KÂTİP ÇELEBİ

Asırlar boyu üç kıtaya hükmetmiş şanlı bir devlet, bünyesinde bir yandan cihangir bir nesil yetiştirirken bir yandan da ömrünü ilme adayacak şuurda âlimler yetiştirmiştir. Bu özelliğiyledir ki "Devlet kılıçla kalem üzerinde durmaktadır" darb-ı meseline güzel bir misal olmuştur.
Ömrünü ilme vakfederek, gelecek nesillere çok değerli eserler bırakan, vatan sathını ilim nuruyla aydınlatan talebeler yetiştiren âlimlerimizden birisi de Kâtip Çelebi'dir.

Asıl adı Mustafa olan, ulemânın andığı isimle Kâtip Çelebi (veya Hacı Halife) Şubat 1609'da İstanbul'da doğmuştur.

Babası Abdullah Efendi Enderun'a dahildi. Kâmil bir Mü'min olan Abdullah Efendi oğlunun da İslâmı mükemmel bir şekilde öğrenip vatanına, milletine hizmet etmesini istiyordu. Kâtip Çelebi beş yaşına geldiği zaman babası Kırımlı imam İsa Halife'yi oğluna hoca tutmuştur.

Kâtip Çelebi, İsa Halife nezaretinde Kur'an-ı Kerim, Arapça ve diğer temel dinî ilimleri okudu. Henüz yedi yaşlanndayken Kur'an-ı Kerim'in yarısını ezberlemişti.

Kâtip Çelebi 14 yaşma geldiğinde Arapça ve Farsçayı mükemmel bilmekteydi. Ayrıca hat san'atında da hayli maharet kazanmıştı.

Oğlundaki ilim aşkını farkeden babası kendi aylığından 14 dirhem harçlık bağlayarak Katip Çelebi'yi yanına almıştı. Bu suretle Kâtip Çelebi divan kalemlerinden Anadolu Muhasebesi Kalemine talebe olmuştu (1623) Bu vazifede iken hesap kaidelerini ve siyakat (sözdeki uygunluk) yazısını da mükemmel surette öğrenmişti.

Babasının yanında devlet hizmetine başlayan Kâtip Çelebi yirmi seneden fazla bu hizmetini devam ettirmiştir.

Orduda mukabele defteri tutan Kâtip Çelebi bu vesileyle birçok sefere iştirak etmiştir. 1623'te babasıyla birlikte Tercan seferine gitmiş, ordunun Abaza isyanını bastırma hareketini yakından takip etmiş, 1626 yılında da Bağdat seferine iştirak etmiştir. Kâtip Çelebi'nin babası 1626'da vefat eder. İstanbul'da bulunduğu esnada devamlı ilim tahsil eden Kâtip Çelebi devrin meşhur âlimlerinin önünde diz çökerek ders almaktadır. Kadızade Efendi'den ders almıştır. Ayrıca İstanbul'un tanınmış âlimlerinden de istifade etmiştir.

Kâtip Çelebinin orduyla birlikte çıktığı diğer seferlerden başlıcalan şunlardır: 1629/30'da Hüsrev Paşa ile Bağdad Seferine, 1633'te Veziriazam Tabanıyassı Mehmed Paşa ile Bağdad seferine, Sultan IV.Murad ile birlikte Revan seferine iştirak etmiştir.

On sene orduda hizmet görüp gazalara iştirak eden Kâtip Çelebi hacca da gittikten sonra İstanbul'a dönerek kendisini ilme vermiştir.

Kâtip Çelebi kendisine bir yakınından miras kalan 300 akça ile kitap alarak geceli gündüzlü değerli eserleri incelemeye koyulmuştur. Tam on sene boyunca geceli gündüzlü eserlerle başbaşa yaşamıştır. Öyle ki bazı günler güneş battıktan doğuncaya kadar başını kitaplardan kaldırmamakta, güneş hayli yükseldikten sonradır ki sabah olduğunu farketmektedir.

Dinî ilimlerin yanı sıra Matematik ve astronomi de tahsil etmiş olan Kâtip Çelebi Fransızca ve latince de öğrenmişti. En fazla tarih ve coğrafya ilimlerine merak sarmıştır.

Kâtip Çelebi meşgalelerinin gayesini şöyle anlatmaktadır: "İnsan için en yüksek mertebe ve en büyük saadet, Allah'ı tanımaktır; bilhassa nereden gelip nereye gittiğimizi bilmektir".

Kâtip Çelebi'ye göre ilim Allah'ı tanımanın bir vasıtasıdır. Ve bu ölçüler içerisindeki ilim, cemiyetin ayakta durmasına ve devamına bir vasıtadır. İnsanda kâlb ne ise, cemiyette de âlimler aynı ehemmiyete hâizdir.

Devrinde münakaşa konusu olmuş meselelere parmak basan ve çok isabetli çözüme kavuşturan Kâtip Çelebi, bildiğim çekinmeden söylemiştir. Çünkü gelecek peşinde, makam peşinde değildir. Bu ihlası yüzündendir ki söyledikleri Devlet idarecileri ve halk üzerinde çok tesir yapmıştır.

Kâtip Çelebi, Mîzanü'l-Hakk'da Devlet idaresinin en mesuliyetli makamında oturan padişaha şu nasihatlarda bulunmaktadır:

"Önce, halkın padişahı Allah onu güçlendirsin ve devletini Kıyamet gününe dek devam ettirsin hazretlerine yaraşan nasihat budur ki, farzları ve vacipleri yerine getirip İslâm akidelerini bilecek kadar ilimle din mevzuunda iktifa edip kendilerinin ilm-i hali olan hazine ve asker ve halk işlerinin inceliklerini bilmeye çalışsınlar. Büyük ecdadları gibi tarih okuyup geçen devletlerin hallerinden hisse alsınlar. Ve halkın örfünü öğrenip her asrın icabı ne ise yumuşaklık ve sertlikle yüce devletin eski kanununu yürütsünler. Öteki devlet adamları ve saltanatın ileri gelenleri de bu yolda velinimetlerine yardımda bulunsunlar ve ellerinden geldiği kadar onun iyiliğini istemeye himmet etsinler. Müslümanların birbirine zıt davranmalarına razı olmayıp aralarında olan kavgayı yumuşaklıkla önlesinler ve Allah'ın emirlerini yerine getirmekte, harp ve cihad işinde gevşeklik göstermesinler."

6 Ekim 1659'da Bursa'da vefat eden Kâtip Çelebi'nin cenazesi İstanbul'da getirilerek defnedilmiştir.

Himmet sahibi oluşuyla, güzel ahlakıyla, talebe yetiştirmede gösterdiği gayretle, bıraktığı değerli eserlerle gelecek nesillere güzel örnek olan Kâtip Çelebi'nin kıymetli eserlerinden; Keşfü'z-zünun, Cihan-nüma, Tuhfatü'l-Kibar fi Efsâri'l Bihâr, Mizânü'l Hakk fi ihtiyaril Ahakk, ya tamamen ya da kısmen

Batı dillerine tercüme edilmiştir.

Yirminin üzerinde eser te'lif eden Kâtip Çelebi'nin eserlerinden bir kısmı şunlardır:

Arapça Fezleke, Türkçe Fezleke (Osmanlı tarihine ait eser), Süllemü'l-Vusûl (Arapça biyografi eseri), İlhamü'l Mukaddesi fi Feyzi'1 Akdes (Fıkhı meselelere ait bir eser), Cihannüma (Tarih ve coğrafyaya dair değerli bir eser), Keşfü'z-Zünun (yirmi yılda tamamlanan bu eser büyük bibliyografya ansiklopedisidir. 300 kadar ilim ve fen şubesine ait 1451 kitabın alfabetik olarak tahlili yapılmıştır Almanca ve İngilizceye tercüme edilmiştir.) Düstûr'ül-âmel ve Tarihi Frengi...





__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 June 2014, 13:29   Mesaj No:30

PESTEMAL

Papatyam Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:PESTEMAL isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Papatyam No : 145
Üyelik T.: 16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 3.815
Konular:
Beğenildi:
Beğendi:
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Ynt: Tarihimize Şan Verenler.

Besteleri bütün İslâm Âleminde terennüm edilen mûsiki üstadı
BUHÛRÎZADE MUSTAFA ITRÎ EFENDİ


Bayram ve teravih namazlarında İslâm Alemindeki bütün camilerden yükselen:


Allahü Ekber Allahü Ekber

Lâilâhe İllallahü Vallahü Ekber

Allahü Ekber Velillahi'lhamd "saltanatlı segah tekbir´nin bestecisi Buhîrizâde Mustafa Itri Efendi, bütün müzik ölçülerine göre dünya çapında şaheserler meydana getirmiş mûsiki üstadıdır.

"Saltanatlı Tekbir" diye bilinen Kurban Bayramı tekbirinin yanısıra Cuma salası, Segah salât-ı Ümmiye, Nühüft İlâhî ve Rast Naatın bestecisi olan Buhurîzâde Mustafa Efendi üç asırdır milyonlarca mü'minin dilinden düşmeyen bu muhteşem bestelerin bestekârı olarak gönüllere taht kurmuştur.

Binden fazla eser besteleyen, fakat ne yazık ki nota kullanılmaması yüzünden günümüzde ancak 41 bestesi elimize ulaşan Buhurîzâde Mustafa Efendi 1640'da İstanbul'da doğmuştur. Çok küçük yaşında başladığı tahsil hayatını muvaffakiyetle tamamladıktan sonra Yenikapı Mevlevihânesine devam etmiş ve burada dinî musiki öğrenmiştir. XVII. Asnn büyük Musiki üstadı Hafız Post'tan aldığı derslerle musiki ilminde ilerleyen Buhurizâde, klasik musikimizi zirveye çıkarmıştır.

Bestekâr ve musikişinas olması yanında, devrinin namlı çiçekçisi ve meyve yetiştirici olarak da tanınan Mustafa Itrî Efendi, Siyahi Ahmed Efendi'den Edebiyat ve hat dersleri almıştır. Hat san'atında da hayli ilerleyen Itrî, bilhassa talik yazıda devrin hat ustaları arasında zikredilir olmuştur.

Kırım Hanı Selim Giray ile Sultan IV.Mehmed'in takdirini kazanan Itri, Enderun'a hoca olarak tayin edilmiş ve Enderun'daki talebelere musiki dersleri vermiştir.

Eserleri İmparatorluk döneminde üç kıtada söylenen, günümüzde de milyonlarca müslümanın dilinden düşmeyen Itri'nin şahsiyeti ve eserleri hakkında Yahya Kemal, mükemmel şiirriyle bir değerlendirme yapmıştır. Şöyle demektedir Yahya Kemal:

Büyük Itrî'ye eskiler derler,

Bizim öz mûsikîmizin piri;

O kadar halkı sevkedip yer yer,

O şafak vaktinin cihangiri,

Nice bayramların sabah erken,

Göğü, top sesleriyle gürlerken,

Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i.

Tâ Budin'den İrak'a, Mısır'a, kadar,

Fethedilmiş uzak diyarlardan,

Vatan üstünde hürr esen rüzgâr,

Ses götürmüş bütün baharlardan.

O deha öyle toplamış ki bizi,

Yedi yüz yıl süren hikâyemizi

Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.

Mûsikîsinde bir taraftan din,

Bir taraftan bütün hayât akmış;

Her taraftan, Boğaz o şehrâyîn,

Mavi Tunca'yla gür Fırat akmış.

Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,

Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,

Bize benzer o kâinat akmış.

Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr'ı,

Bir terennüm ki hem geniş, hem şuh:

Dağılırken "Nevâ"nın esrarı,

Başlıyor şark ufuklarında vüzuh;

Mest olup sözlerinde her heceden,

Yola düşmüş, birer birer, geceden

Yürüyor fecre elli milyon ruh.

Kıskanıp gizlemiş kaza ve kader

Belki binden ziyade bestesini.

Bize mîrâs kaldı yirmi eser.

"Nât'dır en mehîbi, en derini.

Vakıa ney, kudüm elince dile,

Hızlanan mevlevî semaiyle

Yedi kat arşa çıkmış "Âyîn"i.

O ki bir ihtişamlı dünyâya

Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;

Adetâ benziyor muammaya;

Ulemâmız da bilmiyor kimdi?

O eserler bugün define midir?

Bir bilen var mı? Neredeler şimdi?

Öyle bir mûsikiyi örten ölüm,

Bir teselli bırakmaz insanda.

Muhtemel görmüyor henüz gönlüm.

Çok saatler geçince hicranda,

Düşülür bir hayâle zevk alınır.

Belki hâla o besteler çalınır,

Gemiler geçmiyen bir ummanda."

Itrî'nin kırk küsur eseri ve Dede Efendi'nin eserleri bugün elimizde muhteşem mûsiki âbideleri halinde durmaktadır. Bu eserleri örnek alarak musiki sahasında takdirle alkışlanacak eserler meydana getirmek dururken, yabancıların icadı musikilerle, yabancılarla yarışıp son sıralarda yer almak için gayret göstermek niye?..

Muhteşem bir medeniyeti meydana getiren ruha sahip olmak için Itri gibi san'atkarları yakından tanımak lazımdır.

1711 yılında İstanbul'da vefat eden büyük bestekârımızı rahmetle, şükranla yâdediyoruz.




__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks

Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler

Yeni Sayfa 1

www.papatyam.org Ana Sayfa

Tefekküre Davet Köşesi

Papatyam Sosyal Medya Guruplarımıza Katılın

                       Instagram         

Papatyam alemdarhost.com sunucularında barındırılmaktadır.